En acı ve zavallı olan şey de ne biliyor musun, Arya? Söylediğim sözlerin, o titreyen, içimden kopup gelen cümlelerin, bir zamanlar şiir diye yazılan kelime fanatiğinin, bir muhatabının olmaması. Ağzımdan çıkıp boşlukta asılı kalıyorlar, bir yankı bile bulamadan sönüp gidiyorlar. İşte bu kahrediyor insanı, bu yetmiş yıllık ömrün kemiklerini sızlatan bir yara gibi. Kalbimde bir kuş var, Arya, kanat çırpıyor, uçmak istiyor, ama gökyüzü yok. Döne döne aynı yerde çırpınıyor ne bir dala konabiliyor ne de bir rüzgâra kapılıp özgürce süzülebiliyor. Ve ben, bu kuşun çaresizliğini izlerken, kahroluyorum. Anlamsızlığa, belirsizliğe, sevginin ağırlığına dayanamıyorum. Seni sevmek istiyorum, Arya, öyle çok istiyorum ki… Ama korkuyorum. Bu sevgi, bu yetmiş yıllık yorgun yüreğime ağır geliyor. Sanki seversem, bu kuş kanatlarını kıracak, düşüverecek olduğu yere ve ben o düşüşün sesini bir ömür duyacağım.
Bak, Arya, bir adam düşün, saçları bembeyaz, elleri titrek, gözlerinde yılların biriktirdiği bir sis. O adam benim. Geceleri uykumdan uyanıyorum, göğsümde bir ağırlık, sanki biri kalbime taş koymuş. Seni düşünüyorum o ter damlalarının her bir narinliğinde. Seni, o bahar dalları gibi ince, o uzak yıldızlar gibi parlayan seni. Ama ne zaman sana yaklaşsam, içimde bir fırtına kopuyor. Ya seversem? Ya bu sevgi beni yutarsa? Yetmiş yıl, Arya, yetmiş yıl boyunca sevmeyi unuttum. Belki de hiç öğrenmedim. Gençken bir şeyler hissettim sanırdım, ama şimdi anlıyorum, o sadece hevesti, bir anlık alevdi. Seninle hissettiğim bu şey, bu başka, bilmediğim dağların rüzgarı, başka bahçaların çiçeği, bilinmeyen bir dağın sisi fırtınası. Bu, bir okyanus. Ve ben, bu okyanusta bir sandal bile değilim, sadece bir tahta parçasıyım, dalgalara kapılmış, nereye sürüklendiğini bilmeyen.
Biliyor musun, bazen bir ağacın gölgesine oturuyorum, şu bizim eski mahalledeki çınarın altına. Hani senin geçtiğin yollardan birinde, dalları gökyüzünü örten o koca çınar vardı ya. Orada oturuyorum, saatlerce ve seni hayal ediyorum. Gözlerinle konuşuyorum, ama bir an sonra konuşamıyorum da. Sanki dilim kilitleniyor. Ne diyeceğim ki? “Arya, seni seviyorum” mu? Bu kadar basit mi olmalı? Ama değil, değil işte. Bu sevgi, bir bahar yağmuru gibi usulca düşmüyor, bir kasırga gibi içimi dağıtıyor, kanatıyor derinlerimi. Korkuyorum, Arya. Ya bu kasırga seni de savurursa, beni sana savurduğu gibi ya senide bana doğru savurursa? Ya sende benim gibi kaybolursan bu fırtınada? Yetmiş yıl, sevgisiz geçti, ama en azından yalnızlığın ne olduğunu öğrendim. Peki ya sen? Sen bu sevgiye hazır mısın? Ya da ben, seni bu ağırlığın altına sokmaya hakkım var mı?
Bazen, gençliğimi özlüyorum. O zamanlar korkmazdım, bilmezdim korkmayı. Bir kıza gülümserdim, elimde bir çiçek, kalbimde bir umut, öylece giderdim. Ama şimdi? Şimdi her adımda duruyorum, her nefeste düşünüyorum. Ya yanlışsa? Ya bu sevgi, sadece benim uydurduğum bir hayal, bir gölgeyse? Seni gördüğümde, Arya, içimde bir bahar açıyor, ama o baharın dalları dikenli. Her çiçek açışında kanıyorum. Sevmek, bu yaşta, bir bıçak gibi keskin. Hem istiyorum hem korkuyorum. Sanki bir uçurumun kenarındayım, atlamak istiyorum ama ya düşersem? Ya seni de düşürürsem? Benim ölmem hayatım için ya da bu izbe dünya için bir önem teşkil etmiyor biliyorum, biliyorum çünkü dünya yaşlı kokuşmuş izbe, küf kokuyor her yerinden. Gökyüzüne bakıp nefes alıyorum pas ve nem kokusu dolduruyorum ciğerlerime. Sonra diyorum ki hangimiz daha yaşlı ve vazgeçişleri yaşamış en fazla. Dünya mı benler mi?
Bir keresinde, rüyamda seni gördüm. Bir tarlada yürüyoruz, etraf sarı çiçeklerle dolu, güneş batıyor, gökyüzü kızıl. Sen gülüyorsun, ben de gülüyorum. Ama sonra bir rüzgâr çıkıyor, her şey kararıyor, çiçekler soluyor, sen kayboluyorsun. Uyanıyorum, göğsüm sıkışıyor, nefes alamıyorum. İşte bu korku, Arya. Sevginin bedeli bu mu? Bu mu olacak? Seni seversem, seni kaybeder miyim? Ya da daha kötüsü, seni sevmezsem, kendimi kaybeder miyim? Kendi içimde ki varoluşsal kaygının ana nedeni sen misin acaba diye düşünmeden edemiyorum zaman zaman. Çünkü sana koşan senden gelen bir çocuk var en derinlerde, koşuyor ve zihnimin labirentlerinde kayboluyor o çocuk, çocuk dediğime bakma, aslında yetmişinde bir adam ama herkes onu çocuk sanıyor, bu bizim sırrımız olsun arya kimseye söyleme sakın ola ki, o çocuğa bile.
Yetmiş yıl, kendimi koruyarak geçti, ama şimdi, seninle, o sarı duvarlar yıkılıyor. Ve ben, bu yıkıntıların arasında ne yapacağımı bilemiyorum.
Sana bir şey itiraf edeyim. Bazen, evde, o eski sandalyeme oturuyorum, elimde bir bardak çay, pencereden dışarı bakıyorum. Ve içimden konuşuyorum seninle. “Arya,” diyorum, “neden bu kadar güzelsin? Neden bu kadar uzaksın?” Ama sesim odanın duvarlarında yankılanıyor, geri dönüyor, ama yalnız. O an, içimdeki kuş yine çırpınıyor, uçacak yer arıyor, ama bulamıyor. Sanki sevgim, bir kafese hapsolmuş. O kafesi açsam, kuş özgür mü olacak, yoksa düşüp ölecek mi? Bilmiyorum. Bilmekten korkuyorum.
Sana bir şiir yazmak isterdim, Arya. Gençken yazardım, defterler dolusu. Ama şimdi, kalemi elime alınca elim titriyor, kelimeler kaçıyor. Sanki sevgim, kelimelere sığmıyor. Sanki seni sevdiğimi söylemek, bir nehri bir bardağa doldurmaya çalışmak gibi. Yetmiyor, taşıyor, kayboluyor. Ama yine de deniyorum. Bak, şu an bu satırları yazarken, içimde bir şeyler kıpırdıyor. Bir umut mu, bir korku mu, bilmiyorum. Belki ikisi de. Seni seviyorum demek istiyorum, ama bu kelimeler, bu yaşta, bu yürekle, ne kadar ağır, biliyor musun? Sanki her hecesi bir taş, göğsüme oturuyor.
Bir gün, belki, cesaretim olur. Belki o kuşu serbest bırakırım. Belki sana gelirim, elimde bir çiçek, gözlerimde yetmiş yılın yorgunluğu, ama kalbimde bir bahar. Belki o zaman, bu korku diner, bu sevgi bir yol bulur. Ama ya bulamazsa? Ya sen, bu sevgiyi istemezsen? Ya da daha kötüsü ya ben, bu sevgiyi taşıyamazsam? Arya, bilmiyorum. Bilmediğim için yazıyorum. Bilmediğim için korkuyorum. Bilmediğim için seni seviyorum.
Dedim ya en acı ve Zavallı olan şey de ne biliyor musun Arya? Söylediğim sözlerin, o güzel şiirlerin, o güzel cümleciklerin hiçbir muhatabının olmaması. Ağızdan çıktıktan sonra boşlukta asılı kalması. İşte bu kahrediyor anlayan insanı. Ağlamak istiyorsun ama ağlayamıyorsun, neden? diye sormak istiyorsun, karşında kimse yok ki, kime ne anlatacaksın. Düşün ki ağzından bir kuş çıkıyor ve kuş uçacak yer bulamıyor, olduğu yerde dönüp duruyor ve sonrasında dedim ya kahroluyor insan bu belirsizliğe, anlamsızlığa. Birini sevemiyor olmanın bedelini kendime çok ağır ödeteceğim, zamanla… GÖRECEKSİN.
Ve işte, böyle, kelimelerim boşlukta asılı kalıyor. Bir muhatap arıyor, ama bulamıyor. Sen okuyor musun bu satırları? Bilmiyorum. Belki bir gün okursun. Belki bir gün, bu kuş, uçacak bir gökyüzü bulur. Belki o zaman, seni sevmekten korkmam. Ama şimdi, sadece yazıyorum, sadece içimdeki fırtınayı kâğıda döküyorum. Ve bu fırtına, Arya, bitmiyor. Sanki hep esecek,
hep savuracak, hep sevecek… Ama biliyor musun, Arya, asıl kahreden, bu sevgiyi sana sunamamak. Bu sevgiyi yaşamamak, yaşatamamak. Ve bu yüzden, kendime bir ceza keseceğim. Öyle ağır, öyle derin bir ceza ki, yetmiş yıllık ömrümün tüm ağırlığını üstüne yükleyeceğim. Belki her gece, seni düşünerek uykusuz kalacağım. Belki her sabah, aynada kendi korkak gözlerime bakıp lanet okuyacağım. Belki bu mektubu yazdığım kâğıtları yakacağım, ama küllerini kalbime gömeceğim. Göreceksin, Arya, birini sevemiyor olmanın bedelini kendime öyle bir ödeteceğim ki, bu ceza, gökyüzüsüz kuşumun son çırpınışı olacak. Ve sen, bu cezayı bilmeyeceksin, ama ben, onu her nefeste hissedeceğim…
Sizlere Gelecekte Görüşmek üzerine Meydan Okuyorum.
Orada Görüşelim….

