Ana Sayfa Arama Yazarlar
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir

İSTEMEDEN BAKTIM GÖRDÜĞÜME SEVİNDİM?

Aslında hiç bakmazdım, aslında hiç bakmayacaktım, refleks olarak,

Aslında hiç bakmazdım, aslında hiç bakmayacaktım, refleks olarak, aniden, bilinmeyen bir sebeple bakıverdim. Aslında bakan ben değildim ama bakmış bulundum bir kere. Kim istemişti bakma mı?

Oturduğum sandalye yılların kasveti ve rehaveti ile, içinde bulunduğum odaya stres konusunda dağlar kadar baskı yaparken ve girdiği yarışı kazanmışken, direniyordum.

Güzel şeylerde kandırmıyordu artık beni, güzel olan şeylerde. En güzelini karanlık bir gecede, küçük sayılacak bir dağın yamacındaki yanan sönük ışıkta kaybetmiştim zaten, bundan kelli ne beni inandırabilir idi ki güzel olan bir şeyin varlığına. Güzellik sadece mimaride kullanılan bir terimdi: Estetik demekti, o kadar. Baktım. dedim ya aslında hiç bakmazdım. Zifiri karanlık bir oda, raflar küf kokuyor, içinde gülen bir adam biblosu ama yaşlı olan türlerden,  birkaç kitap ve geride bırakılmış onca yenilgiler, onca kaybediş ve yıkılan yok olan onca oda.

Uzun bir tünelin sonunda gördü onu. Önce baktı, sonra kafasını çevirdi, Aşağılar gibi, sallamaz gibi. O bakışlarda bir yenilgiyi kabul edişi gördüm aslında, bezginlikti bir nevi demeye çalıştığım şey. Kahraman olmayı hedeflerken, tiz zamanda soytarıya dönüşülmüş bir palyaço. Tarihin karanlık sayfalarından gün yüzüne çıkmaya cesaret edememiş devasa küçüklükte bir sürüngen. Aldığı kararların arkasında durduğunu gösteren ama aslında içten içe pişmanlık duyan ve bunu dile getiremediği için geceleri uyku uyuyamayan ve anlamsız, belirsiz, hissiz tarifsiz acılar ve hastalıklara sahip oluş. Baktı ve kafasını çevirdi. Beni böyle görme diyordu, sen kazandın ben kaybettim, düşündüklerimin hiç birisi olmadı, hedeflerime ulaşamadım, evet itiraf ediyorum bir tek hedefime ulaştım, seni evinden uzaklaştırdım, seni, ailene ve benim aileme rezil ettim ama sen hep dik durdun, çünkü ben onca iftirayı atarken sana, sen hala beni savunuyordun.

O bakış bir değil birçok yenilgiyi kabullenişi anlatıyordu. Sanki vücudunda, midesinde bi yerde bi sancı var, içinde bir yılan var habire devira zehirliyor ve yılan çıkmıyor, acı veriyor ama nerden olduğu belli değil, bulunmuyor. Tüm teknolojik aletler tarafından izlense bulunamıyordu.

Onlar bilmiyordu ama ben biliyordum o yılan onun içinde değil, vicdanının içindeydi. Ruhu gören bir alet icat edilmediği için, o yılan tespit edilemiyordu. Gözünden kan akıyordu, kirpikleri dökülmüş saçları seyrekleşmiş ve açık sarı, veremli gibi bir renge bürünmüştü. Hali itten beterdi yani. İstemeden gördüm. Gördüğüme de sevindim.

 

                                       Bir Otobüs Camından Yansıyan Nefret

Aslında hiç bakmazdım. Aslında hiç bakmayacaktım. Öyle bir niyetim yoktu, öyle bir planım da. Ama işte hayat, bazen refleks gibi insanı yakalıyor, aniden, bilinmeyen bir sebeple bakıveriyor.

O an, o otobüs camından içeri süzülen cılız ışıkta, gözlerim ona takıldı. Aslında bakan ben değildim, ama bakmış bulundum bir kere. Kim sitem etmişti bakma mı? Bilmiyorum. Belki içimdeki o bitmeyen öfke, belki yıllardır biriken kin, belki de sadece yorgunluk.

Oturduğum koltuk, yılların kasveti ve rehavetiyle doluydu; sanki bu daracık otobüsün içine dağlar kadar stres yüklüyordu. Direniyordum, evet, ama neye karşı? Güzel şeylere mi, hayata mı, yoksa kendime mi? Güzel şeyler artık kandırmıyordu beni. Güzelliği çoktan kaybetmiştim zaten; karanlık bir gecede, küçük sayılacak bir dağın yamacında, yanan sönük bir ışığın altında. O gece, en güzel olanı bırakıp gitmiştim. Bundan kelli, kim beni inandırabilirdi ki güzel bir şeyin varlığına? Güzellik, olsa olsa mimaride kullanılan bir terimdi benim için: estetik, o kadar.

Baktım. Dedim ya, aslında hiç bakmazdım. Otobüsün içi sıfır karanlık bir odaya benziyordu; raflar küf kokuyor, insanlar sessizce oturuyor, birkaç kitap ve geride bırakılmış onca yenilgi, onca kayıp, onca yıkılmış hayatın kokusu sinmişti sanki. Uzun bir tünelin sonunda gördüm onu. Eski eşimi. Önce baktı, sonra kafasını çevirdi. O sallantılı, umursamaz gibi görünen hareketinde bir yenilgiyi kabul ediş vardı. Bezginlik vardı. Kahraman olmayı hedeflerken kısa zamanda soytarıya dönüşmüş bir palyaço gibiydi. Aldığı kararların arkasında durduğunu göstermek istercesine dimdik bakıyordu, ama içten içe pişmanlık duyduğunu biliyordum. Geceleri uyku uyuyamayan, anlamsız, belirsiz, tarifsiz acılar çeken bir kadın vardı karşımda. Baktı ve kafasını çevirdi. “Beni böyle görme,” diyordu sanki. “Sen kazandın, ben kaybettim. Düşündüklerimin hiçbiri olmadı, hedeflerime ulaşamadım. Evet, itiraf ediyorum, bir tek hedefime ulaştım: seni evinden uzaklaştırdım, seni ailene ve benim aileme rezil ettim. Ama sen hep dik durdun. Ben onca iftirayı atarken sana, sen hâlâ beni savunuyordun.”

O bakış, bir değil, birçok yenilgiyi anlatıyordu. Sanki vücudunda, midesinde bir yerde bir sancı vardı. İçinde bir yılan dolaşıyor, habire zehirliyor, ama o yılan bir türlü çıkmıyordu. Acı veriyor, ama nereden geldiği belli değil. Tüm teknolojik aletlerle izlense bulunamayacak bir yılan. Onlar bilmiyordu, ama ben biliyordum: O yılan onun içinde değil, vicdanının içindeydi. Ruhu gören bir alet icat edilmediği için tespit edilemiyordu. Gözünden kan akıyordu sanki; kirpikleri dökülmüş, saçları seyrekleşmiş, açık sarı, veremli gibi bir renge bürünmüştü teni. Hali itten beterdi yani. İstemeden gördüm. Ve gördüğüme sevindim.

Otobüsün camından yansıyan bu görüntü, içimde biriken yılların öfkesini bir an olsun dindirdi. Onu böyle görmek, zayıf, yıkılmış, kendi karanlığında boğulmuş halde, garip bir tatmin hissi verdi bana. Yalan söyleyecek değilim; nefret ediyorum ondan. Yıllarımı çaldı, beni kendimden uzaklaştırdı, ailemin gözünde küçük düşürdü. Ama o an, o otobüste, onun gözlerindeki çaresizliği gördüğümde, içimde bir şey kıpırdadı. Zafer miydi bu? Hayır, zafer böyle bir şey değildi. Bu, sadece bir anlık rahatlama, bir anlık “oh be” hissiydi. Çünkü ben kazanmamıştım ki. O kaybetmişti, ama bu beni daha iyi biri yapmadı.

Onun o haline bakarken, kendi yansımamı da gördüm camda. Yorgun, bitkin, ama hâlâ ayakta. O beni yıkmaya çalışırken, ben direnmiştim. Evet, belki evimden uzaklaştım, belki ailemle aram açıldı, ama ruhumu teslim etmedim. O ise teslim olmuş gibiydi. Vicdanıyla baş başa kalmış, kendi zehrinde boğuluyordu. Bir zamanlar bana hayatı zindan eden kadın, şimdi kendi zindanında çırpınıyordu. Ve ben, buna sevinmiştim. İtiraf ediyorum, sevinmiştim. Ama bu sevinç, içimi ısıtmadı. Sadece bir anlık bir rahatlama, sonra yine o boşluk.

Otobüs ilerlerken, o camdan uzaklaştıkça, düşündüm. Nefret, insanı ne kadar tüketiyor. Onu böyle görmek, bir yandan içimi ferahlattı, bir yandan da beni ona daha çok bağladı. Çünkü nefret, bir bağdır. Onu unutamamak, ondan kurtulamamak demektir. Belki de asıl yenilgi buydu. Onun yıkılışını izlerken, kendi yıkılışımın da farkına vardım. Yıllarca ona öfke besleyerek, kendimi zehirlemiştim. O yılan, belki onun vicdanındaydı, ama benim ruhumda da bir gölge bırakmıştı.

İndim otobüsten. Soğuk bir rüzgâr vurdu yüzüme. Adımlarımı hızlandırdım, eve doğru yürürken içimde bir huzursuzluk. Onu böyle gördüğüme sevindim, evet, ama bu sevinç bana bir şey kazandırmadı. Nefret, kazananı olmayan bir savaş. O kaybetti, ben de kazanmadım. İkimiz de o otobüste, o camın iki yanında, kendi yenilgilerimizle yüzleştik. Ve ben, bir kez daha anladım: Güzellik, estetik bir terimden ibaret değilmiş. Güzellik, içindeki o yılanı susturabilmek, vicdanını temiz tutabilmekmiş. Onun yapamadığını, ben yapmalıydım. Nefreti bırakmalıydım. Ama henüz hazır değildim. Belki bir gün. Belki bir başka otobüste, bir başka camda, kendimi gerçekten özgür bırakırım. Şimdilik, sadece yürüyorum. Soğuk rüzgâr eşliğinde, kendi gölgemle baş başa.