Hafta sonu deniz kenarına gidip balık avlamayı düşünürken, aklımda dönüp duran bir soru var: Oltayı elime aldığımda, balıkçı olup kendimi mi avlıyorum, yoksa balık olup kendimi mi avlıyorum?
Bu tuhaf paradoksun içinde kayboluyorum bazen.
Sonuçta, her halükârda avcı bir başkası oluyor gibi hissediyorum.
Peki ne olduğumun ne önemi var ki?
Bu düşünce, beni hem gülümsetiyor hem de derin bir muhabbete sürüklüyor.
Gelin, bu konuyu biraz eşeleyelim hem doğal bir sohbet havasında hem de içimden geldiği gibi seninle sohbet edelim.
Deniz kenarında oturup dalgaların sesini dinlerken, elimde olta, zihnimde bu sorularla boğuşuyorum.
Balık avlamak, basit bir hafta sonu etkinliği gibi görünebilir, ama işin içine biraz hayal gücü ve ütopik fikirler katınca, bambaşka bir boyuta taşınıyor.
Mesela, oltayı suya attığımda, sadece bir balığı değil, kendi düşüncelerimi, korkularımı, hatta hayallerimi avlamaya çalıştığımı düşünüyorum.
Belki de balık, benim içimdeki o huzursuz, yakalanması zor tarafım. Oltanın ucundaki yem, kendime sorduğum sorular; kanca ise, cevap bulma isteğim.
Bu durumda, avcı da av da benim, değil mi? Ama işte, tam da burada devreye o “başka biri” giriyor.
Hayatın kendisi, belki de bu oyunun asıl yönetmeni.
Hayatla ilgili düşündükçe, şu avcı-av meselesinin ne kadar tanıdık olduğunu fark ediyorum.
İş yerinde bir hedef peşinde koştuğumda, sanki bir avcıyım; ama aynı anda, o hedefin beni kovaladığını, yani av olduğumu da hissediyorum.
Sosyal ilişkilerde de durum farklı değil.
Birini anlamaya çalışırken avcıyım, ama o kişi beni çözmeye çalıştığında av oluveriyorum.
Bu döngü, sanki hayatın bize oynadığı tatlı bir oyun.
Peki, ne olduğumun önemi var mı gerçekten? Balıkçı mı, balık mı; avcı mı, av mı? Belki de asıl mesele, bu rolleri oynarken kendimi ne kadar tanıyabildiğim.
Bu paradoks, bana ütopik bir fikir sunuyor: Ya hepimiz aynı anda hem avcı hem avsak, ama bunu fark edecek kadar cesur olsak? Düşünsenize, bir dünya hayal ediyorum ki, herkes kendi içindeki balığı avlamaya çalışıyor, ama bunu yaparken kimseyi incitmiyor.
Oltalarımız sadece suyun değil, ruhumuzun derinliklerine iniyor.
Balıklar, yani içimizdeki o yakalanmamış duygular, korkular, sevinçler, birer birer yüzeye çıkıyor ve belki de o “başka avcı”, yani hayat, bize sadece bu yolculukta rehberlik ediyor.
Ne dersiniz, kulağa biraz çılgınca gelmiyor mu? Ama bence güzel bir çılgınlık bu.
Deniz kenarında otururken, dalgalar bana bir şey fısıldıyor gibi: “Durup düşünmeyi bırakma.”
Oltayı elime aldığımda, sadece bir balık yakalamak değil, kendimle baş başa kalmak istiyorum.
Bu, benim için bir tür meditasyon aslında.
Şehrin gürültüsünden, işin stresinden uzaklaşıp, sadece suyun sesi ve rüzgârın dokunuşuyla kendimi dinlemek.
Balık avlamak, belki de bir bahane.
Asıl av, içimdeki huzuru bulmak.
Oltayı suya attığımda, sanki zihnime bir soru bırakıyorum: “Bugün kendimden neyi yakalayacağım?”
Cevap bazen bir balık oluyor, bazen bir anlık sakinlik, bazen de hiç ummadığım bir düşünce.
Bu ütopik bakış açısını biraz daha ileri götüreyim mi? Hayalimde bir dünya var ki, balık avlamak sadece bir hobi değil, bir yaşam biçimi ama bu dünyada kimse balıklara zarar vermiyor.
Oltalar, balıkları yakalamıyor; onların özgürce yüzmesine izin veriyor.
Biz de bu süreçte, kendi özgürlüğümüzü keşfediyoruz.
Balıklar, bize bir ayna tutuyor; onların sudaki dansı, bizim içimizdeki ritmi hatırlatıyor.
Avcı olmak, bu senaryoda, sadece izlemek ve öğrenmek anlamına geliyor.
Hayat, bu ütopik dünyada, bize “Avcı sensin, ama av da sensin” diyor.
Ne olduğumuzun önemi yok, çünkü hepimiz bu büyük döngünün bir parçasıyız.
Bazen düşünüyorum, ya oltayı elime almasam ne olur? Deniz kenarında oturup sadece manzarayı izlesem, yine de kendimi avlar mıyım? Sanırım evet.
Çünkü balık avlamak, fiziksel bir eylemden çok, zihinsel bir yolculuk benim için.
Oltayı suya atmadan bile, dalgaların ritmiyle kendime sorular soruyorum.
“Neden buradayım? Ne istiyorum? Kendimle barışık mıyım?”
Bu sorular, oltanın ucundaki yemler gibi, beni derinlere çekiyor.
Ve işte o anda, avcı bir başkası oluyor: Hayatın ta kendisi. Bizi sürekli sorgulamaya, büyümeye, değişmeye iten o görünmez güç.
Bu paradoksun içinde kaybolmak, aslında kötü bir şey değil.
Tam tersine, beni özgürleştiriyor.
Ne olduğumu, yani balıkçı mı yoksa balık mı olduğumu çözmeye çalışmak yerine, bu belirsizliği kucaklıyorum.
Belki de hayatın güzelliği burada: Net cevaplar yerine, sonsuz sorularla dolu bir yolculuk sunması.
Hafta sonu deniz kenarına gittiğimde, elimde olta, kendimle ilgili yeni bir şey keşfetmek istiyorum.
Belki bir korkumu yakalarım, belki bir hayali.
Ama en önemlisi, kendimle geçirdiğim o anların tadını çıkarmak.
Biraz daha ütopik bir açıdan bakalım: Ya balıklar aslında bizim öğretmenlerimiz olsa? Onların sudaki sakinliği, sabrı, özgürlüğü bize bir şeyler öğretse? Oltayı suya attığımda, bir balık yakalamak yerine, ondan bir ders alsam?
“Acele etme,” dese mesela, “hayat zaten akıyor, sen de akışına bırak.”
Bu fikir, beni gülümsetiyor.
Belki de balık avlamak, bir avdan çok, bir iletişim biçimi.
Doğayla, kendimle ve hayatla kurduğum bir bağ.
Avcı bir başkası olsa bile, bu bağ benimle kalıyor.
Deniz kenarında geçirdiğim o hafta sonu, bana şunu öğretiyor: Ne olduğumun önemi yok, nasıl hissettiğim önemli.
Oltayı elime aldığımda, kendimi avlasam da, balık olsam da, sonuç değişmiyor.
Hayat, beni sürekli test ediyor, zorluyor, ama aynı zamanda büyümeme fırsat veriyor.
Bu paradoksun içinde kaybolmak, aslında kendimi bulmak demek.
Ve bence bu, hafta sonu için harika bir plan.
Siz ne dersiniz? Belki bir gün siz de oltanızı alıp deniz kenarına gidersiniz.
Kim bilir, belki siz de kendinizi avlar, belki de hayatın size sunduğu bir dersi yakalarsınız.
Ama şunu unutmayın: Başrolünü seven sevmeyen herkesle paylaştığınız bu filmde, Avcı her zaman bir başkasıdır, ve bu, hayatın en güzel oyunudur.
Gelecekte Görüşmek Üzerine…
Sizlere Gelecekte Görüşmek üzerine Meydan Okuyorum.
Orada Görüşelim…