Dün akşam balkonda otururken, komşumla her zamanki sohbetlerimizden birini yapıyorduk.
Bilirsiniz, öyle derin muhabbetlere dalarız ki bazen, çaylar soğur, gecenin karanlığı çöker de fark etmeyiz öylesine keyiflidir bilgi alışverişimiz.
Bu kez konu, toplum olarak içinde debelenip durduğumuz o kronik sorunlarımıza gelmişti.
“Bak şu karşı apartmana” dedi komşum, parmağıyla işaret ederek.
“Tam 20 yıldır aynı görüntü.
Boyası dökük, bahçesi bakımsız, girişindeki mermerler kırık…
Her toplantıda konuşulur, herkes şikayet eder ama kimse ‘ben öncü olayım’ demez, yöneticide bir o kadar sorumsuz.”
İnce belliden bir yudum aldım ve gülümsedim.
Bu hikayeyi kaç kez, kaç farklı versiyonuyla dinlemiştim.
Sadece bir apartman değil, aslında tüm toplumumuzun özeti gibiydi bu verilen basit örnek.
Atalarımızdan kalan muhteşem bir miras var elimizde, ama biz nedense hep o mirasın üzerine oturup, sadece övünmeyi tercih ediyoruz, ne bir o mirası geliştirmek, bir adım öte götürmek, yenilemek nede gelişimine katkıda bulunmaya çalışmak gelmez aklımıza nedense.
Düşünsenize, bahçenizde muhteşem bir elma ağacı var.
Dedelerinizden kalma, yıllarca meyve vermiş.
Ama siz sadece altında oturup, geçmişte ne güzel elmalar verdiğinden bahsediyorsunuz.
Oysa biraz bakım, biraz emek verse insan, o ağaç yeniden canlanır, belki eskisinden de güzel meyveler verir.
Geçen gün televizyonda bir program izledim.
Japonya’da bir adam, dedesinden kalan küçük bir bisiklet tamirhanesini, dünyanın en büyük teknoloji şirketlerinden birine dönüştürmüş.
Bizde olsa ne yapardık?
Büyük ihtimalle “Dedem zamanında burası ne güzel işlerdi” deyip, dükkanı ya kapatır ya da olduğu gibi bırakırdık.
Sanırım toplum olarak kolay yoldan para kazanmaya veya eldekini yiyip bitirmeye odaklanmışız.
Komşum haklı bir noktaya değindi: “Biz neden hep başkalarından medet umarız? Neden ‘birisi bir şeyler yapsın’ diye bekleriz?”
İşte tam da bu noktada, o meşhur bataklık-güneş meselesi geliyor aklıma.
Bataklığa saplanıp kalmak, sürekli çamurdan, pislikten şikayet etmek kolay.
Ama başını kaldırıp güneşe bakmak, oraya ulaşmak için çabalamak…
İşte asıl mesele bu.
“Yapamayız”, “olmaz”, “boş ver” gibi kelimeler, dilimize öyle yerleşmiş ki…
Sanki DNA’mıza işlemiş bir vaz geçmişlik hali.
Halbuki tarihimize baktığımızda, atalarımız tam tersini yapmış.
Her zorluğa göğüs germiş, her engeli aşmış, her “olmaz”ı “olur” yapmış.
Balkondaki sohbetimiz derinleştikçe, komşumla vardığımız sonuç şu oldu:
Mesele sadece fiziksel miras değil.
Asıl mesele, o mirası geliştirme, ilerletme, daha iyiye götürme sorumluluğunu üstlenmekte.
Düşünün, elinizde muhteşem bir fidan var.
Onu ya öylece bırakıp kurumaya terk edeceksiniz, ya da sulayıp, budayıp, gübreleyip koca bir ağaca dönüştüreceksiniz.
Tercih sizin.
Bazen düşünüyorum da belki de en büyük sorunumuz konfor alanımızdan çıkmak istemememiz.
Şikâyet etmek kolay çünkü.
Sorumluluk almak, risk almak, değişimi başlatmak…
İşte bunlar zor olanlar.
Geçenlerde mahallemizdeki yaşlı bir amcayla konuşuyordum.
“Evladım” dedi, “bizim zamanımızda her şey daha zordu ama daha çok çabalardık.
Şimdi herkes kolaya kaçıyor.”
Ne kadar da haklıydı.
Zorluklardan kaçmak yerine, onlarla yüzleşmeyi öğrenmeliyiz.
Balkondaki sohbetimiz gece yarısına kadar sürdü.
Belki hiçbir soruna çözüm bulamadık ama en azından farkındalık oluşturduk kendimizde.
Değişim önce bizden başlamalı dedik. Küçük de olsa bir adım atmalı.
Yarın sabah uyandığımda, pencereden güneşe bakacağım.
Bataklığı görmezden gelmek için değil, ondan kurtulmanın yollarını aramak için.
Çünkü biliyorum ki, atalarımızın mirası ancak bizim çabalarımızla yaşayacak ve büyüyecek.
Ve son olarak şunu söylemek isterim:
Güneş her sabah doğuyor.
Bize düşen sadece başımızı kaldırıp ona bakmak ve yolumuzu aydınlatmasına izin vermek. Gerisi zaten kendiliğinden gelecektir.
İyi geceler, güzel insanlar. Yarın yeni bir gün ve yeni fırsatlarla geliyor.
Hazır mısınız?
Sizlere Gelecekte Görüşmek Üzerine Meydan Okuyorum.
Orada Görüşelim…