Hayat, bir nehir gibi akıp giderken, bizler bu akışın içinde bazen dolaylı, bazen dolaysız engellerle karşılaşırız.
Meşguliyetlerimiz, seçimlerimiz, adımlarımız bizi ya bir çöldeki yalnızlığa ya da bir denizin kıyısındaki kalabalığa sürükler.
“Ya vezir ya rezil” hesabı, her tercih bir yol ayrımıdır; ya kendimizi bir kum tanesi gibi uçsuz bucaksız bir boşlukta buluruz ya da bir bahçenin ortasında çiçeklerle çevrili.
Ama ne olursa olsun, akıp giden zamanın içinde çevremizde, hayatımızda, öğretilmişliklerimizde ve örgütlenmişliklerimizde
Bu, hepimizin ortak yazgısıdır; bir anlamda, gündemdeki tabirle “kırmızı çizgimizdir”.
O çizgiyi aşmaya hiçbirimiz izin vermeyiz. Her ne pahasına olursa olsun, hattı müdafaa etmek zorundayız.
Cam kırılır, dal kırılır, kol kırılır;
ama insanın içindeki “yen” hep taze, hep yerinde kalır.
Ağlayan birini görsek hüzün kaplar içimizi, ölen birini görsek suçlarız –kimi zaman kendimizi, kimi zaman kaderi–.
Bir bebeğin gülüşüyle mutlu olur, bir yaşlının anlatılarıyla hatıraları tazeleriz.
Dünya döner, biz de onunla birlikte dönmeye devam ederiz.
Ağaçlar büyür, çiçekler açar ve bir sabah uyanırız ki bahar gelmiş. Ama o çiçeğe dokunmadan, kokusunu içimize çekmeden, sevdiğimize sunmadan anlayabilir miyiz gerçekten baharın geldiğini?
İşte burada durup soruyorum:
Farkında olmak için illa ki yanında mı olmak gerekiyor?
Dokunmak, hissetmek, acıyı çekmek mi lazım?
Yüzyıldayız.
Süsülü lafların anında deşifre olduğu, dalgaların artık başka sahillere vurduğu bir çağdayız.
O kaptan gelmeyecek; bu müjdeyi –veya belki kehaneti– bir kez daha ben vermek zorundayım. Ama asıl mesele şu:
Bir insanın sevdiğini bakışlarından, dokunuşundan anladığı gibi, bir çiçeğin güzelliğini renginden önce kokusundan hissetmekse farkına varmak, sevmek uzaktan mümkün mü?
Ağlamak, acıyı duyumsamak, farkında olmak demekse, insan olmak zaten bunların hepsini gerektirmiyor mu?
Ne çok ağlıyoruz, değil mi?
Ne çok seviyoruz…
Ama nedense bunların hiçbirinin içinde tam anlamıyla olamıyoruz.
İnatla ve amaçsızca yaşıyoruz; en başta kendimize ihanet ederek, yaşadığımız hayatın farkında olmaktan kaçıyoruz.
Boş beleş yaşayanlara ne acıdır bu!
Açılıp kapanmadan, yani bir çiçek gibi ömrünü tamamlamadan geri iade olanlara ne acıdır…
Ve en çok da insan doğup insanlaşamadan ölenlere, ne acıdır bu dünya!
Peki, neden böyleyiz?
Teknoloji mi mesafeleri açtı, yoksa bizler mi birbirimize yabancılaştık?
Bir kadının hâlâ erkek gibi ağlayamadığı, duyguların cinsiyetle sınırlı sanıldığı bir çağda, farkında olmak için gerçekten yakında mı olmak gerekiyor?
Belki de mesele yakınlıkta değil, içimizdeki o “yen”i koruyabilmekte.
Belki de insan olmak, tüm bu çelişkilerin arasında bir denge bulabilmek; ağlarken gülebilen, severken mesafeleri yok sayabilen bir bilinç geliştirebilmek.
Hayat akıyor, dünya dönüyor, çiçekler açıyor. Ama biz, o çiçeğe dokunmadan baharı anlayamıyorsak, sevdiğimize sarılmadan sevgiyi hissedemiyorsak, neyi yaşıyoruz ki?
Farkında olmak, belki de biraz cesaret istiyor; hissetmeye, dokunmaya, acıyı ve mutluluğu aynı anda yaşamaya cesaret. İnsan kalmak, işte tam da bu değil mi?
Dilerim hepimiz insan kalırız.
Gelecekte, daha farkında bir dünyada görüşmek üzere…