Ana Sayfa Arama Yazarlar
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir

GERÇEĞİN BOL ACILI KUCAKLAŞMASI

“Gerçeği Kaldırabilir misin? Sokrates der ki: “İnsanların çoğu, gerçeği duymaktansa
“Gerçeği Kaldırabilir misin?
Sokrates der ki: “İnsanların çoğu, gerçeği duymaktansa güzel bir yalana inanmayı tercih eder.”
Gerçek acıdır. Çoğu insan kendini rahatlatan yalanlara tutunur çünkü hakikat onları rahatsız eder. Ama güçlü insanlar, can yakan gerçekleri kabul edenlerdir.
Kendini kandırarak mı yaşıyorsun, yoksa gerçekle yüzleşmeye cesaretin var mı? Sana hoş geleni mi dinliyorsun, yoksa seni sarsan gerçekleri mi? Gerçekle yüzleşmek seni zayıflatmaz, aksine güçlendirir.
Yalanlara sığınanlar köle, gerçekle yüzleşenler özgürdür. Sen hangisi olacaksın?
Gerçeği duymak mı, yoksa güzel bir yalana inanmak mı?”
Günlerden herhangi bir gündü. Alakasız bir yerde, alakasız bir şekilde bulunuyordu. Karanlık bir ormanda, dalların arasından süzülen sis gibi dolaşıyordu düşünceleri o muallakta kalmış boynuzun. Zihninin içini yine kimlerin fethettiğini ve onların kendi aralarında ki can sıkıcı konuşmalarını dinliyordu. Artık öğrenmişti onlarla muhatap olmuyor, sadece dinliyordu. Ona neydi ki? Onu ilgilendiren bir şey yoktu, söylenenler ya da iftiralar onunla ilgili değildi. Zehir zemberek küfürler etmesi gerekiyordu ama o sadece gülüyordu. Çocuklarından önce mi büyüyordu ne?
Adam, adını bile unutmuş gibiydi; belki de hiç önemi yoktu adının, çünkü yolunu kaybetmiş herkes gibi, sadece bir gölgeydi. Orman, yalanların ormanıydı, her ağaç kabuğu, tatlı bir fısıltıyla sarılıyordu yapraklarına. “Burada kal,” diyordu rüzgâr, “gerçekler dışarıda, keskin dikenler gibi batacak sana.” Ama adam, içindeki bir kıvılcım gibi, ilerlemeyi seçti. Sokrates’in sözleri kulaklarında yankılanıyordu: İnsanların çoğu, gerçeği duymaktansa güzel bir yalana inanmayı tercih eder. Peki ya o? Kendini kandırarak mı yaşayacaktı, yoksa o acı veren ışığa mı uzanacaktı?
Helezonikli bir yolculuktu bu; zamanın çizgisel akmadığı, anıların örümcek ağulu dallar gibi birbirine dolandığı bir hikâye. Adam, ormana girdiğinde gençti, belki bir bahar sabahı gibi umut doluydu. Ama yıllar, yalanlarla beslenmişti işte.
İlk yalan, çocukken annesine söylediğiydi: “Ben yapmadım,” demişti, kırık vazoyu işaret ederek. O an, küçük bir tohum ekilmişti içine – korkunun tohumu. Yalanı kabul etmek kolaydı; annesinin gülümsemesi, sıcak bir battaniye gibi sarıyordu onu. Ama gerçek? Gerçek, vazodaki kırık parçalar gibi keskin, kanatıyordu parmaklarını. Yıllar sonra, o tohum büyümüş, bir sarmaşık gibi sarmıştı hayatını. İş yerinde, patronuna “Evet, tamamladım,” demişti raporu, halbuki yarım kalmıştı, raporlarla beraber kendisi de. Neden?
Çünkü gerçek, başarısızlığını yüzüne vuracaktı. Yalana inanmak, bir nehirde akıntıya kapılmak gibiydi – rahat, sorunsuz, ama nereye gittiğini bilmeden-.
Şimdi, ormanda yürürken, döngüsel bir ayna belirdi önünde. Ayna, metaforik söylemlerin ve tezlerin kraliçesiydi; kendini yansıtırken, yalanları da büyütürdü. Adam aynaya baktı ve gördüğü, kendi sureti değildi -bir maske takmış, gülümseyen bir kukla-. “Bu benim,” diye mırıldandı, ama sesi titriyordu. Hatırladı o an, bir arkadaşına söylediği yalanı: “Senin adına çok mutlu oldum,” demişti, kıskançlık içini kemirirken he mide. Yalanına inanmıştı o arkadaşı da belki. Ama gerçek, bir bıçak gibi kesmişti aralarındaki bağı. Yargısız infaz mıydı bu? Evet, yalanın infazıydı – kırılan kalpler, küsen ruhlar-.
Okuyucu, sen de düşün şimdi: Kaç kez bir yalana kapılıp, birini şuursuzca yargıladın? Belki bir sevgilinin sözüne inanmayıp, onu terk ettin. Veya bir dedikoduya kulak verip, bir dostunu sildin hayatından. O yalanlar, ormandaki gölgeler gibiydi; gerçek ışık vurduğunda kaybolurlar, ama bıraktıkları izler kalır ve sen şimdi o kanlı izlerin üzerinde yeniden kendini takip ediyorsun.
Adam ilerledi, dalların arasından sızan ince bir ışığa doğru. Işık, gerçeğin metaforuydu – kör edici, ama aydınlatıcı-.
Bir mağaraya girdi; Platon’un mağarası gibi, zincirlenmiş gölgeler dans ediyordu duvarlarda. İnsanlar, o gölgeleri gerçek sanıyordu. Adam da öyleydi bir zamanlar. Karısı ona “Seni seviyorum,” dediğinde, inanmıştı. Ama gerçek? Gerçek, bir fırtına gibi patlamıştı: O aşk, sadece alışkanlıktı. Yüzleşmek, mağaradan çıkmak demekti – zincirleri kırmak, gözleri kamaşsa da dışarı bakmak-. Korkaklık, mağarada kalmaktı; yalana inanmak, gölgelerle dans etmek. Ama erdem? Erdem diye bir yer vardı. Erdem, dışarıdaki güneşe yürümekti, yanıklar alsa da tenin.
Hikaye burada dallanıyor; deneysel bir yol ayrımı diyelim. Adam, bir nehre ulaşıyor. Nehir, hayatın akışı – yalanlar, sığ sular gibi davetkar-, ama derinlerde gerçekler gizli. Daldı nehre, suyun soğuğu kemiklerini sızlattı. Hatırladı, bir iş arkadaşına attığı iftirayı: “O hırsız,” demişti, sadece kendi hatasını örtmek için. Yalana inanmıştı herkes, adamı kovmuşlardı. Şimdi, nehirde yüzerken, o kırık hayatı düşündü. Yargısız infazın acısı, su gibi ağırlaşıyordu. Sen, okuyucu, kendi nehrine dal şimdi: Kaç yalana kapılıp, birini kırdın? Belki bir aile üyesine “Sen
haklısın,” demedin, gururun yüzünden. Veya bir sevgiliye inanmayıp, onu küstürdün. Yalana inanmak, korkaklığın simgesiydi – bir kalkan gibi-, ama kırılgan.
Adam nehirden çıktı, ıslak ve titreyerek. Karşısında bir dağ yükseldi; dağ, zorlukların zirve noktası, benliğin kayboldu sığ su. Tırmanmak, gerçeği kabul etmek demekti. Her adımda, söylediği yalanlar kayaları aşağı yuvarlıyordu. Bir adım: Çocukluğundaki yalan, “Babam kahraman,” demişti, halbuki babası terk etmişti onları. Yalana inanmak, acıyı ertelemişti ama kendiyle yüzleşmesini asla. Ama şimdi, dağda, gerçekle yüzleşti, terk edilmenin acısı, bir lav gibi aktı içinden. Güçlendi mi? Evet, çünkü kabul etmek, kayaları kaldırmak demekti. İkinci adım: Sevgilisine söylediği yalan, “Seni hiç aldatmadım.” Gerçek patladığında, ilişki dağılmıştı. Ama yalanın köleliğinden kurtulmuştu. Üçüncü adım: Toplumun yalanlarına inanmak – “Başarı para demek,” diye fısıldıyordu medya. Gerçek? Başarı, iç huzur. Dağa tırmanırken, parlak siyah renkli bir kartal uçtu üstünden; pelerinli elinde siyah bir kılıç taşıyan, sert gözlerle adamı süzen bir kartal. Kartal, özgürlüğün simgesi. Yalana sığınanlar yerde sürünür, gerçekle yüzleşenler göklere yükselir.
Deneysel bir sıçrama: Zaman bükülüyor şimdi. Adam, dağın zirvesinde, geçmişini görüyor, bir ayna gibi, ama bu sefer kırık olmayan. Hatırlıyor, bir komşusuna inanmadığı yalanı: “Ben iyiyim,” demişti komşu, halbuki hasta. Adam inanmamıştı, yardım etmemişti. Sonra, ölüm haberi geldiğinde, pişmanlık bir ok gibi saplandı. Yargısız infaz mı? Evet, yalana kapılıp, bir hayatı küstürmek.
Okuyucu, senin aklına geliyor mu şimdi? Bir arkadaşının “Sorun yok,” demesine inanmayıp ama yine de, onu yalnız bıraktın mı? Veya kendi yalanınla, birini kırdın mı? Gerçekle yüzleşmek, o okları çekmek demek, acıtır, ama iyileştirir.
Zirveden iniş başlıyor; iniş, kabullenişin temsili. Adam, ormana geri dönüyor, ama bu sefer gözleri açık. Ağaçlar hala fısıldıyor, ama o dinlemiyor. Bir çiçek buluyor; çiçek, doğruluğun simgesi, dikenli, ama güzel. Koparıyor, elini kanatıyor. Acı, güç demek. Hatırlıyor, bir patronuna söylediği yalanı: “Fikrin harika,” demişti, halbuki berbat. Yalana inanmıştı patron, ama şirket batmıştı. Gerçekle yüzleşseydi, kurtarabilirdi. Şimdi, çiçeği koklarken, erdemin tadını alıyor, acı, ama tatlı bir özgürlük.
Hikâye dallanıyor yine; bir orman yangını çıkıyor. Yangın, krizlerin habercisi. Yalana sığınanlar yanıyor, gerçekle yüzleşenler küllerden doğuyor. Adam, yangında birini kurtarıyor, kimsesiz bir çocuk, masumiyetin simgesi. Çocuk, “Korkuyorum,” diyor. Adam, “Gerçek korkutur, ama yalan öldürür,” diyor. Hatırlıyor kendi çocukluğunu: Bir öğretmene inanmadığı yalanı, “Anlamadım,” demişti, halbuki anlamıştı. Yalana
kapılıp, dersi bırakmıştı. Yıllar sonra, pişmanlık bir ateş gibi yakmıştı fırsatlarını.
Sen, okuyucu, kendi yangınını düşün: Kaç kez bir yalana inanarak, bir fırsatı kaçırdın? Veya birine yalan söyleyerek, bir kalbi yaktın?
Yangın sönüyor, kül altında yeni filizler. Filizler, yenilenmenin doğuşu. Adam, ormandan çıkıyor, gün doğuyor. Gün, gerçeğin ışığı, kör edici, ama ısıtan. Yolda bir ayna daha; bu sefer, kendi yüzünü görüyor, maskesiz. Güçlü mü? Evet, çünkü yalanların köleliğinden kurtulmuş. Sokrates’in sözü yankılanıyor: Gerçeği duymak mı, yoksa güzel bir yalana inanmak mı? Adam, gerçeği seçti.
Ama hikaye bitmiyor; deneysel bir döngü feveran ediyor.
Sen, okuyucu, şimdi ormandasın. Kendi yalanlarını düşün: Bir sevgiliye “Seni unuttum,” dedin mi, halbuki unutmadın? Veya bir dostun yalanına inanmayıp, onu yargıladın mı? Gerçekle yüzleşmek, ormandan çıkmak demek. Korkaklık, kalmak; erdem, yürümek. Özgürlük ve yaşam burada: Yalana inanmak, bir kafeste şarkı söylemek, güzel ses, ama özgürlük yok. Gerçek, kafesi kırmak, kanatlar acır, ama uçarsın.
Adamın yolculuğu, senin iç hesaplaşman. Bir pişmanlık daha: Bir saat, zamanın savuruculuğu. Yalanlar, saati geri sarar ama gerçek, ilerletir. Hatırlıyor adam, bir aile toplantısında söylediği yalanı: “Mutluyum,” demişti, halbuki yalnızdı denide ki sandallar miktarınca. Yalana inanmıştı aile, ama o içten içe eriyordu, içindeki yanardağ patlıyordu durduk yere. Gerçekle yüzleşseydi, yardım alabilirdi. Sen de kendi saatini düşün: Kaç yalana kapılıp, zamanı boşa harcadın?
Birine kırılıp, küsmek, işte tam da bu yargısız infazın saati.
Hikayeyle birlikte adam da genişliyor; bir şehir sahnesi. Şehir, toplumun aksi sedası, yalanlar, neon ışıklar gibi parlıyor. Adam, kalabalıkta yürüyor. Bir reklam panosu: “Mutluluk burada,” diyor, ama gerçek? Tüketim tuzağı. Yalana inanmak, kolay; gerçekle yüzleşmek?, panoyu parçalamak geliyor içinden. Hatırlıyor, bir politikacının yalanına inandığını: “Değişim gelecek,” demişti. İnandı, oy verdi. Ama gerçek patladı bir tokat gibi koca bir şehrin yüzüne. Yolsuzluk. Yargısız infaz mı? Hayır, yalana kapılmanın cezası.
Okuyucu, sen şehrin de: Kaç yalana inanarak, birine oy verdin. Kaç seçmeni küstürdün sırf senden değil diye? Veya kendi yalanınla, bir toplumu kırdın geçirdin feleğin çemberinden?
Şehirden kaçış; bir çöldür. Çöller büyüdükçe büyür yalnızlığın acılı kucaklaşmasının süresi. Adam, kumda yürüyor, ama susuz ama insansız. Yalana inanmak, serap gibi –su sanırsın-, ama kum. Gerçek, bir vaha kadar uzak, ama gerçekleşecek kadar yakını. Düşünüyor, bir çocuğuna söylediği
yalanı: “Her şey yolunda,” demişti, boşanırken. Yalana inanmıştı çocuk, ama travma kaldı. Gerçekle yüzleşseydi, iyileşebilirdi.
Sen, kendi çölünde: Kaç kez seraba kapılıp, birini yalnız bıraktın?
Çölden çıkış da var tabi eninde sonunda, bir okyanus dalışta mümkün. Okyanus, duyguların küçültüldüğü küçük su birikintisi o kadar, dalgalar yalanlar gibi çarpar kaya suratlı sahillerin adamlarına. Adam, yüzerken boğuluyor neredeyse. Ama gerçek, bir ada gibi belirir. Ada, kabullenişin son durağıdır bazıları için. Orada, huzur bulur. Hatırlıyor tüm yalanlarını: Arkadaşlara, aileye, kendine. Her biri, bir dalga. Ama kabul etmek, hırçın bir denizin dalgalarını sakinleştirmektir.
Ölümcül son: Hikaye seninle devam ediyor. Gerçeğin acı kucaklaması, seni bekliyor. Yalana inanmanın korkaklığı mı, yoksa doğruluğun erdemi mi? Seçen sen olacaksın.
Ormanda mısın hala, yoksa dışarıda mı?
Sizlere Gelecekte Görüşmek üzerine Meydan Okuyorum.

Orada Görüşelim…