İnsan Diyorum Azizim…
Ne kadar zavallı bir mahlukat.
En sevimli en çekici yaradılmış konumunu oynarken ne kadar rahat ne kadar etkileyici?
Ama arka planda ki yüreğinde kopan fırtınaları davranış ve söylemlerinde karşıya aksettirmesi de bir o kadar amatörce.
İnsan diyorum.
En güçlü ama bir taraftan da en kırılgan, hisli, boş tarafını dolu göstermeye bayılan ve aynı zamanda boşluklarından suni kahramanlar icat edip halkın üzerine salan.
En ufak rüzgarda kırılan, düşen, parçalanan ama yine de “ben iyiyim ki” demeyi kendine alet edinen.
Sahip olduğum krallıkta, kafamda milyon sayfalık birincil romanımı yazarken ağzımdan tek kelime çıkmaması, hiç de garipsenecek bir durum değil.
Zira bazı hikâyeler vardır ki, kaleme alınmaz, kâğıda dökülmez; sadece yüreğin kuytu köşelerinde birikir, sessizce büyür.
Kelimeler, o derin uçurumda kaybolur gider.
İşte bu sessizlik, bu içe kapanış, bu var olma ve kabullenme telaşı, kimine göre bir tuhaflık, kimine göreyse bir varoluş biçimi.
Bense buna “yüreğime sürgün olmak” diyorum. Kendi öz benliğine, kendi toprağına, kendi geçmişine hasretle tutsak kalmak…
Bu duyguyu anlamak için insanın önce yetimliği tatması lazım.
Yetimlik derken, illa anne-baba eksikliğinden bahsetmiyorum. Bazen bir memleketten, bazen bir çocukluk anısından, bazen de bir çift tanıdık gözden kopmak da yetim bırakır insanı. Öksüzlük dediğin, sadece dört duvar arasında değil, ruhunun en ücra köşelerinde de yankılanır. Bir bakarsın, kalabalıklar içinde yapayalnızsın. Bir bakarsın, gülümserken bile gözlerin uzaklara dalmış, yitip gitmişsin, kendinsizliğin sonsuz zifirisinde.
Bunlar hep yetimlikten, öksüzlükten…
Memleket hasreti diye bir şey var ki, onu ancak çeken bilir.
Çektirenlerin sağlığını ve total bütünlüğünü de sorgulamak boyun borcu diye geçer literatürde. Beton yığınları arasında kaybolmuş bir şehirde, çocukluğunun geçtiği toprakları özlersin. Belki bir dere kenarında yalınayak koştuğun günler gelir aklına, belki de komşu teyzenin soba üstünde pişirdiği kestane kokusu. O günler geride kalmıştır ama yüreğinde bir yer edinmiştir. Ne kadar uzağa gitsen de ne kadar modern bir hayat kursan da içindeki o köy, o sokak, o eski ahşap ev seni bırakmaz.
Gittiğin her yerde o hülasa hayal adım adım takip ve taciz üslubunda, senin varlığından önce kendi varlığını idame mecburiyetine düşer.
Memleket hasreti, bir yara gibi sızlar durur. Kapanmaz, kabuk bağlamaz; sadece zamanla alışır insan o acıya.
Bazen düşünüyorum da, bu hasret sadece memlekete mi?
Hayır.
Asıl hasret, kendimize. O saf, o masum, o hayallerle dolu eski halimize.
Hayat bizi oradan oraya savururken, bir yerlerde kendimizi unuttuk. Kendi öz yüreğimize sürgün olduk. Kimimiz bir sevdaya kapılıp kaybetti kendini, kimimiz ekmeğinin peşinde koşarken. Ama hep bir şey eksik kaldı, hep bir yanımız yarım. İşte o eksiklik, o yarım kalan yan, kafamdaki milyon sayfalık romanın satır aralarına gizleniyor.
Yazamıyorum, çünkü yazarsam bitecek gibi geliyor. Sanki o duyguyu kâğıda döktüğüm an, içimdeki son bağ da kopacak.
Belki de bu yüzden susuyorum. Ağzımdan tek kelime çıkmıyor, çünkü kelimeler yetmiyor. Hissetmekle anlatmak arasında bir uçurum var.
Hissetmek, yaşamak demek; anlatmaksa bir nevi veda. Ben vedaya hazır değilim. Ne memleketime ne çocukluğuma ne de yüreğimde biriken o sayfası tükenmez romana. Sustukça büyüyor içimdeki dünya, kocaman bir ağaç oluyor ve beni yutuyor yaprak aralarındaki dehliz aralarında.
Sustukça çoğalıyor anılar, hasretler, hayaller ve ben o romanımı bitiremiyorum.
Bir gün belki, bir kahve fincanının buğusunda ya da bir sonbahar yaprağının hışırtısında bulurum kendimi. O zaman dökülür belki kelimeler. Ama şimdilik, bu sessizlik benim sığınağım. Yetimliğim, öksüzlüğüm, memleket hasretim… Hepsi yüreğime sürgün. Ve ben, bu sürgünde kendi hikâyemi yazıyorum. Sessizce, derinden, milyonlarca sayfa…
Sürgünümden selamlar…
Gelecekte Görüşmek Umudu İle…