Sana Gidenlerin Bıraktığı Acılardan Bahsetmeyeceğim o, herkesin anlattığı ve bildiği şeydir aslında.
Sana kalanların bıraktığı cansız yok oluştan bahsedeceğim.
Anlarsan beni, güzel şeylerden dem vuracağım sana.
Hem senin hem benim vurulacağım, kendimizi ihmal ettiğimiz bir aşk oyununun, son perdesinin en ölümcül finalinden seslenmeliyim sana.
Geride kalan her şeyi yanında götürmektir aslında gitmek.
Unutturuyorsun, kendini özleyecek kadar, unutamayacak kadar yokluğunu, gökyüzünde uçuşan bir mektubun külleri gibi, çıkıp gideceğine insalığın hayatından, balçık olup gönül evlerini boyuyorsun, alelade, soluk ve ruhsuz.
Varoluşunla var ettiğin beni, yokluğunla sınaman kadar acımasız bir şey görmedim. Ben bu yeryüzünde ne dünyanın oluşumu, ne bizden önce yaşayan insanlar hiç kimse senin kadar zulmetmedi bu bedene.
Müsaadesiz bir hırsız gibi girip alıp çalıp sonrada alay etmek neyin nesidir yaradan aşkına?
Varsa bilmemiz gereken bir şey söyle ikimize de, hem seni hem de beni neden mahrum bırakırsın ki, çocuk oyunlarından, çocuk umutlarından.
Bak ellerim küçücük, bir balon kadar, içi su dolu bir lazımlık kadar. Şimdi senden gittim ya çocuk gibi ağlamaklı, çocuk gibi beklemekliyim.
O senfonik orkestralarımı da sen diktin kapımın önüne, hangi şarkıyı çalmaları gerektiğini de sen söylüyorsun, biliyorum.
Biliyorum komutu senden alıyorlar ve beni bedeni ortadan ikiye ayrılmış, beş parçalık bir şekile dönüştürmek niyetindeler haberin olsun.
Oysa ki benim müzik sevmediğimi ve seni hatırlattığı için her bir notadan ayrı ayrı geometrik şekillerde nefret ettiğimi, sırf bu yüzden gözlerimi kulaklarıma tıkaç yapıp gezdiğimi bile unutmuşsun.
Canın sağ olsun.
Aslına bakarsan sana hiçbir şeyden bahsetmeyeceğim.
İçimi dolduran öfkenin araladığı sis bulutu içinde rengarenk bir renk cümbüşüsün çünkü, çünkü sana nadir ellerin dokunması gerektiğini, senin yerinin baş köşe değilde evimdeki vitrin olduğunu biliyorum.
Ama seni kimsenin görmemesi için çamura bulamam gerekli onuda biliyorum.
Kimseler görmemeli seni benden başka, çünkü bu şekilde yalnızca bu eza ile bana ait olabilirsin.
Çünkü ben sadece bu şekilde ölebiliyorum sırtındaki engebeli yokuşta.
Sadece benim ve sadece bana ait olmak demektir bu.
Sana, gidenlerin bıraktığı acılardan bahsedeceğim, sen benim ne kadar mutlu olduğumu anlayacaksın.
Sonra bu mutluluk her iki bedene de sonsuz bir güç pompalayıp, yeni mutantlar olarak gün yüzüne çıkmamızı ve varlığımızı derinlerde,
karanlıklarda devam ettirmemizi,
yani kendi içimizdeki çöllerin kızgın kumlarının en serin diplerinde yaşamamızı sağlayacak.
Gidenler ağaç da yaprak tanesiydi.
Balon kadar elleri ile umut dağıtan zırhsız süvariler, ben yapraksızdım sen yaprak hırsızıydın.
Gidenler belkide bu yüzden çok severdi, senli günleri ve senin artıklarını.
Gidenlerin bıraktığı acıymış…
Peh..!
Her giden bir mutluluktur aslında.
Bana kazandırdıkları vardır. Omuzumdaki heybemi doldurur her giden.
Şanslıyım ben.
Ne kadar çok giden, o kadar çok tecrübe o kadar çok yara o kadar çok yazacak ve yaşatacak şey.
Yalanlarla örülü o beyaz duvarlı şehirde rab verecek sana ödülünü.
Benden sakın bişey bekleme?
Benim krallığım, benim hükümranlığım bu dünya işleri ile sınırlı.
Aşina olduğun yüzlerin birer birer yabancılaştığını gördüğün oluyor mu senin de?
Sonra kendinin kendine yabancılaştığı?
Bir gün en sevdiğin renk yeşil iken, diğer sabah bordoyu sevdiğin oluyor mu senin de?
Gidenlerin bıraktığı yanılsamadır bu. Onlar yani gidenler, gitmekle kalmazlar, alışkanlıklarımızıda geride bırakırlar.
Her şeyi götürürler ama her şeyi. Anıları, mutlulukları, alınan hediyeleri, bizden isteyip geriye vermediklerini, bizden çalıp geriye vermediklerini…
Ömrümüzü mesela; hayatımızı, ellerimizi, ayaklarımızı, yaşamımızı, kendimize harcamamız gerekirken ucuz bir ahmak gibi onlara bahşettiğimiz nefesimizi bile alıp giderler. Onlardan geriye bir tek alışkanlıklarımız kalır.
Gidenler nedense hep alıştırdıkları şeyleri alıp götürmeyi unutur.
Ne unutulmak, ne de unutulmamak dileklerimle…