Bir çoban olup hayatı önüne katıp güdercesine dereye komşu olmak, dere sesi ile uyuyup uyanmak da varmış…
Uyandığında ciğerlerine dolan havanın, bir ağırlığının, bir anlamının olduğunu hissetmekte varmış.
Mahmurlu gözlerimle her fırsatta oturduğum pencerenin önüne yine oturmuş, dışarıyı seyre dalmışım…
Kulağıma bir melodi kıvamında gelen dere sesi, bahar mevsiminin binbir çeşit cazibesi ile gönül birliği yapmışçasına nasıl da büyülüyor.
Narince ve adeta kelebek konuşu ile ağacın dalına rengarenk bir kuş konuyor.
Kuşun, baharı müjdeleyen ezgisel ötüşü, akan dere suyunun çoşkusu ile tarifsiz bir ritme dönüşüyor.
Sonrasında henüz güneşin ışınları ile kaynaşıp tomurcuklanan ağaca veda edercesine, masmavi gökyüzüne doğru uçup gidişine takılıyor gözlerim öylece…
Bütün bu muzzam güzelliklere ve koca çınar ağaçlarının gölgesinde kıvrım kıvrım akan dere suyunun cazibesine, ruhumu teslim etmeye niyetlensem de nafile…
Zira yan dairelerden gelen sesler, kulağımda yankılanıp duruyor.
Adeta, “Aynı evin içinden konuşuluyor gibi” bir durum söz konusu.
Hatta öyle ki; “Yan dairelerden hapşırılınca, insanın çok yaşa” diyesi geliyor.
Eminim ki, bizim de “hapşırma” sesimiz gidiyordur.
Hele sabah akşam kesintisiz tartışanların kıyameti, ayrı bir trajikomik!
Müteahhitlerin; “Bir tuğla eksik olsun, aç gözlülüğü” artık madem komşular birbirine gidip gelmiyorlar, o zaman “Sesleri birbirine gidip gelsin gibi,” bir vaziyet konusu.
Nitekim bazı ucuz karakterli müteahhitlerin aç gözlülüğünün bedelini, toplum olarak çok daha farklı boyutlarda ve acı bir şekilde ödüyoruz.
Bu acı bedeli, küçük ölçekli her depremde bile ve köstebek yuvasına dönüşen yollarda, canımız ve malımızla ödemek durumunda kaldığımız aşikârdır.
Bir yandan bu bazı ucuz karakterli müteahhitleri düşünürken, diğer yandan da aklıma insan insana sohbet ettiğim serçe yürekli tatlı çocuk geldi.
“Şunu sevmiyorum, bunu sevmiyorum” diye anlatırken kızgınlıkla ve parmağı ile göstererek; “Şu varya, şu beton binaları da sevmiyorum.” deyişi çok manidardı.
“Neden?” diye sordum.
Çünkü evin içinde yürümeye korkuyorum. “Yavaş yürü, komşular rahatsız oluyorlar” diye sürekli azar işitiyorum.
“Evin içinde yürümeye ürküyorum…” diye ekliyor, serçe yürekli tatlı çocuk…
Biliyor musunuz, “Çocuklara ev çizin” denildiğinde hiçbir çocuk apartman binasını veya apartman binasındaki daireleri çizmiyor…
Bütün çocuklar, müstakil evleri çiziyorlar.
Evet, müstakil evlerde aile olma, mutluluk, huzur, sohbet ve paylaşma var(dı.)
Çocukların, çocukluklarını doya doya yaşaması, özgürce hoplaması, zıplaması var(dı.)
Boşanma yoktu.
Anlaşma vardı.
Dert yanma yoktu…
Dertleşme vardı.
Hayatın kahrına, birlikte başetme vardı.
Ama maalesef gelinen noktada artık insanların hayatları, “konserve” misali durumda.
İnsanlar, beton binalarda kendisi ile doğa arasına betondan soğuk duvarlar örmüş.
Adeta “Konserve hayatlar” yaşanılıyor.
Evet evet, insanlar tıpkı kavanoza hapsolmuş konserveler gibi, bir daireye hapsolmuşlar.
Bu apartman dairelerinde perdenin tonu, halının deseni ile halının deseni, koltuğun modeli ile koltuğun modeli, evin duvar badanası ile çok “uyumlu…”
Ama “Kafalar uyumlu değil,” bu lüks apartman dairelerinde…
Dahası konserve misali kavanoza hapsolmuş yaşam hikâyeleri var, bu lüks apartman dairelerinde…
Hem de dramatik yaşam hikâyeleri var.
Zira sohbet yok, komşuluk yok, paylaşım yok!
Anlayacağınız beton binalar, yalnızlık hikayeleriyle dolu..!
Dolayısıyla gelinen noktada ailelerin mutluluğu; evin perdesinin tonuna, badanın rengine, halının desenine, koltuğun modeline ve kapının koluna takılıp kalır oldu.
Durum böyle olunca, maalesef günden güne psikoljik sorunlar artış göstermektedir.
Kısacası insanlar, dünyaya şekil verelim derken, dünyayı yaşanmaz hâle getirmişler.
Daha doğrusu insanlar özgürce hapşıramaz ve nefes alamaz hâle gelmişler…
Daha güzel günlerde buluşmak ümidi ile…