Sevgili Zaman, sana yıllar önce yazdığım en yalın mektuptan bu yana çok şey değişmedi: Düşündüm ki denizi görmeden önce kendimi görebilmem mümkün değildi. Ev, pınar, palmiyeler; hepsi birer yıldız gibi bana yol gösteriyor. Zenginliğim, kendi içimde, başkalarının kurallarıyla sınırlı değildir; ben artık paylaşımda ve sadeleşmede ölçüyüm. İnsanlardan uzak, ama doğayla konuşan, kendi ritmimde yürüyen bir bilgeyim. Süt camı kırılacak ama kalbim kırıntısız, temiz, yoldaşlıkla dolu. Ölüm geldiğinde de denize bakalım ve ölümle elele denizin üzerinden koşarak gidelim diyorum; yalnızca köpeğim yankılanan adımlarımın sahibidir, bu hak ondadır sadece kuşlardan ve yeni açılmış yapraklardan sonra. Bu dünya için değil çabam, ben sadece kendi içimdeki dünyanın haritasını çiziyorum. Sözlerim, gölgesel bir ayna olsun: Deniz, pınar, palmiyeler; gökyüzü, kuşlar ve rüzgârlar; hepsi bana, “geri dönüşsüzce basit yaşa” diyor. Ben onların emirini “başımla beraber” deyip kabul ediyorum.
Denizi gören bir evim olacak demeliyim kendime onca zaman; evimin hemen ucunda buz gibi pınar suyu akacak, o su içildiği zaman için için yanıp tutuşan bir arzu gibi yükselip beni uyandıracak. Bahçemde palmiyeler, rüzgârı selamlayan ağaçlar, dünyanın hangi ülkesinde hangi çiçek varsa, benim küçük bahçemde, kendi bahçemde barış içinde kök salacaklar.
Evim olacak diyorum, palmiyelerle süslü bir sahilde, topraktan yolu olan güneşin erken doğup geç battığı bir sahil köyünde denizi gören bir evim olacak. Evimin hemen yanı başında buz gibi pınar suyu akacak. Öyle bir suyu olacak ki o pınarın, içtikçe içesin gelecek. Suyu berrak, kötü kadere inat gülerek izleyeceğim yansıyan görüntümü. Öyle ömrümü beraber geçireceğim, hayatımı uğruna adayacağım bir kadın falan olmayacak yanımda. Çocukta istemiyorum onları seveceğime kitap okurum bol bol.
Sabah erken uyanmalıyım; uyku tutmazsa ya kümeste ötüşen horoz ıslıkları ya kedinin sürtünmesiyle tenimin kızarması ya da köpeğimin yüzümü yalayışıyla beni yataktan kaldıracak. Olmazsa da gökyüzünden gelen rüzgâr, tuzla karışık bir dokunuşla tenimi yüzleştirecek, beni hemen uykunun enginliklerinden koparıp güne bağlayacak.
Sabahın ilk işi buz gibi pınar suyuyla yüzümü yıkamak olacak; su, yüzümdeki çizgileri yeniden yazacak ve saçlarım samuray topuzuna dönüşecek. Esmer tenim her geçen gün daha diri, daha derinleşecek; insan yok ya bu hikâye de hayvanlar bile beni gördüklerinde bana selam verecekler; onların bakışları, insanların dilinden daha çok güven
verecek. Bahçemde her şeyin, evet her şeyin tek tek kokusunu alabileceğim kadar çok bitki, ağaç ve çiçek var; dünyanın hangi ülkesinde hangi cins çiçek istersem, benim küçük bahçemde olmalı diyorum. Domatesim, salatalığım, buğdayım; alın terim hepsi bir arada, tek bir garip cümlede toplanmış gibi güne hazırlanacak.
Envai çeşit nebatat yetiştirmek istiyorum o evin bahçesinde. Dünyanın hangi ülkesinde hangi ağaç hangi çiçek varsa benim küçük bahçemde olmalı. Her sabah erkenden kalkmalıyım, kalkamasam da kümesteki horoz ıslık çalıp uyandırsın beni. Olmadı kedi gelsin sürtünsün bana ‘‘gene mi yatağa girdin tüy yumağı yatak hep tüy oldu’’ diye kızayım da kalkayım yataktan ya da köpeğim gelsin yüzümü yalasın da uyanayım. Olmadı geç kalkarsam deniz merak edip göndersin bir rüzgâr tuzla karışık şöyle tenimi yalan cinsinden, uyanıvereyim hemencecik. Sabah kalkınca ilk işim buz gibi pınar suyuyla yüzümü yıkamak olacak. Su buz gibi geldim kendime aksim yansımış suya saçlarım kır, uzatmışım samuray topuzu yapmışım. Esmer tenim her geçen gün daha diri daha esmer olacak insan yok ya bu hikaye de hayvanlar beni görünce bana selam vermeye gelecek. Yazım kışım buğdayım alın terim bahçada ki domatisim, salatalığım, acurum tekmili birden bir garıkda yetişecek. Ne var bunda demeyin çok zengindim ben servetimi palyaçolara ve kuşlara bağışlamadan önce.
Önceden zengindim şimdi insanım. Bir sabah yağmurlu bir havada iplik gibi yağarken yağmur öğrendim asıl zenginlik ne kadar malın, servetin olduğu ile değil, ne kadar kazandığınla değil, nereye harcadığın ve kaybettiklerinle ölçülüyormuş. Gün olur çilli kızın iki yumurtasında dalın kopma patlıcanı doğrayıp kızartırım gün olur denizin bana verdiği balıklarla yetinirim. Suyla dost kuşla dost balıkla dost, münzevi bir hümanist olurum. Düşündüm de kendi kendime gülüyorum şu an, kendime bir hedefte koyarım o küçük bodur evimden denizi izlerken, derim ki dünyanın en büyük balığını ben yakalayacağım ve balığı yakaladığım anda da teknem batacak öleceğim. Bana göre bu bir espri. Benim komedim bu. O yüzden sizin sonu başından belli , insanları sürekli tüketmeye, kendilerini , birbirlerini tüketmeye ve zamanlarını yok etmeye programlayan sizi, size düşman eden o saçmalık ordusu realite Showlarınızı izlemedim ve bu yüzden de onlara hiç gülmedim.
Önceden zengindim evet; şimdi ise “insanım.” Bu değişimin beni kuruttuğunu düşünmüyorum; çünkü biliyorum ki gerçek zenginlik, kuru hesaplarda değil, harcama ve kaybettiklerimiz arasında ölçülür. Bir gün yağmurlu bir havada iplik gibi yağan yağmur bana şöyle fısıldadı: “Asıl zenginlik, malın çokluğunda değil ne kadarını hakikate harcadığında ve ne kadarını kendi iç dünyanda saklayabildiğinde saklıdır.” O an aklıma gelen şey şu oldu: gün olur, çilli kızın iki yumurtasında, dalından kopma taze patlıcanı doğrayıp kızartırım, gün olur denizin bana verdiği
balıklarla yetinirim; suya dost, kuşa, balığa, münzevi bir hümanist olurum.
Münzevi miyim? Evet münzeviyim. O inandığınız yaradan yaptı beni böyle. Ne yapacaksınız asacak mısınız dövecek misiniz aforoz edip dinden mi atacaksınız? Şunu söyleyim o zaman size , ben sizin dininizden değilim. Benim inancımda yapma tanrılar, sonradan icat edilmiş kutsallar ve devire ve döneme göre yorumlanan güçlenen ya da güçsüzleşen rahmanlarda yok. Benim yaradıcım tahtta da oturmuyor. Mesele şu ki dondurulmuş bir sütün camdan kabının kırılacağından korkanlardır en çok kalbinin kırıklığından bahsedenler. Süt donmuştur kırılmaz ama insan donmuştur ve kalbi kırılır en derinden.
Münzevi olmam, tercihten çok bir bilgelik çağrısıdır; bu çağrı, şu dünyayı yöneten “reality” ordularının, insanları tüketmeye, kendilerini tüketmeye, zamanlarını yok etmeye programlamasından önde geliyor. Ben buna karşı, kendi iç sesiyle yaşayan bir hayat kuruyorum. O yüzden dinlemediğimi; sizin dininizden olmadığımı söylemek isterim. Tanrılar yoktur, sonradan icat edilmiş kutsallar yoktur; rahmanlar güçlenen ya da güçsüzleşen, tahtlarında oturan ilahlar yoktur burada. Yaradanım tahtlarda değil; o, sükûnetin ve akışkanlığın kaynağıdır bende çünkü kendimi seviyorum ve bu sevgimi başkaları ile de çok rahat paylaşıyorum. Benim tanrım bana bunu emrediyor.
Denizi gören evim olacak ve o eve bakan gözlerim olacak; eninde sonunda ben de ölürüm bu evde. Ölüm, yaşamın son bulması değildir belki; ama denizi izlerken göç edeceğim, kimse bilmeyecek; yalnızca köpeğim bana eşlik edecek. Ölümün korkusu yok, çünkü ölüm de bu sahil köyünün rüzgârı gibi doğuşun bir parçasıdır. İnsanlar için yazmadığım, kendi kendime yazdığım bu hikâye, benim komedimdir belki de çünkü bu dünyanın saçma gösterilerinden, tüketim çarpışmalarından uzak, sakin ve derin bir yurtta yaşamayı seçtim.
Denizi gören bir evim olacak diyorum size ve o evi gören gözlerim. Eninde sonunda bende öleceğim o evde. Ölüm dediğin ne ki yaşamsal fonksiyonların son bulması bilmediğiniz. Denizi izlerken birdenbire göçeceğim kimse bilmeyecek, köpeğimden başka
Denizin enginliği, pınarın temizliği, palmiyelerin gölgesi, kısacası her şey, içsel bir harita gibi bana yol gösteriyor. Mektubumun sonunda, belki de en bilge öğüdüm şu: Gerçek zenginlik, sahip olduğun şeyleri paylaşmanda değil, onları nasıl kullanıp nasıl kaybettiğinde saklıdır. Ben, bu sahil köyünün münzevi bilgesiyim; servetimle değil, sade yaşamla ölçülen bir varlığım var ve bu varlık, denize bakan evimde, sessizliğin içindeki tanrısal sesimde saklıdır.
Sizlere Gelecekte Görüşmek üzerine Meydan Okuyorum.
Orada Görüşelim…

