Ekmek derdi fena bir şey… Derdin ekmek olursa, o daha fena bir şey. (Allah muhafaza.) Bu cümleler dilimde dönerken, içimde bir sızı, bir garip huzursuzluk peydah oluyor. Ekmek, yani o en temel, en sade varlık parçası, nasıl oluyor da böylesine ağır bir yükün simgesi haline geliyor?
Bazen düşünüyorum, ekmeğin unundan mı bu ağırlık, yoksa onu yoğuran ellerin çaresizliğinden mi? Belki de mesele, ekmeğin ötesinde, derdin ta kendisinde gizli.
Gelin, bu düşünceyle biraz yol alalım ne hikâye ne masal, sadece biraz muhabbet sizden talebim, simgelerin ve post modern çağın gölgesinde felsefi bir gezinti.
Ekmek, evet, masum bir başlangıç gibi görünüyor. Çocukluğumda annemin sobanın üstünde ısıttığı ekmeğin kokusu gelir aklıma, ne zaman bu ismi duysam. O koku, güven demekti, sıcaklık demekti. Ama büyüdükçe anladım ki, ekmek sadece karın doyurmuyor; aynı zamanda bir mücadele, bir kavga, bir varoluş çığlığı. “Ekmek parası” diyoruz mesela, ama o para ekmeğin masumiyetini alıp götürüyor. Kapitalin soğuk ellerinde ekmek, bir meta haline dönüşüyor; un, su ve emekle yoğrulmuş bir şey olmaktan çıkıp, alın terinin karşılığı olmayan bir sembole evriliyor. İşte bu noktada, derdin ekmek olması giriyor devreye.
Ekmek için dertlenmek, sadece aç kalmamak için değil, hayatta kalmak için verilen o bitmez tükenmez savaşın ta kendisi.
Post modern dünyada bu savaşın rengi biraz değişti, kabul edelim. Artık ekmek derdi, somut bir somunun peşinden koşmaktan çok, soyut bir anlam arayışına dönüştü. Bir yanda market raflarında çeşit çeşit ekmekler: glütensiz, organik, artisan…
Öte yanda, o ekmeği alacak parayı kazanmak için ruhunu satmışçasına çalışan insanlar. Bu tezat, beni hep rahatsız etti. Ekmek, bir zamanlar birleştiriciydi; sofrada bölüşülür, paylaşılırdı. Şimdiyse, bireyselliğin simgesi oldu. Herkes kendi ekmeğinin peşinde, ama kimse sofrayı düşünmüyor. Bu, modernitenin bize hediyesi mi, yoksa laneti mi, karar veremiyorum bir türlü, iki ucu açık muamma zaten.
Felsefe burada devreye giriyor işte.
Nietzsche’nin “Tanrı öldü” dediği yerden bir adım öteye gidip, “Ekmek de öldü mü?” diye soruyorum kendime. Ekmek, bir zamanlar kutsal bir armağandı;
bereketin, toprağın, insanın emeğinin somut haliydi. Şimdi ise fabrikasyon bir nesne, seri
üretim bandından çıkmış bir tüketim objesi. Baudrillard’ın simulakrları geliyor aklıma: Gerçek ekmeğin yerini, ekmeğin görüntüsü aldı. Marketlerdeki o parlak ambalajlar, içindeki şeyin ekmek olduğunu iddia ediyor, ama o kokuyu, o sıcaklığı bulamıyorum. Belki de derdim bu: Ekmeğin kaybolması değil, ekmeğin anlamının kaybolması.
Derdin ekmek olması, sadece maddi bir mesele değil aslında. Varoluşsal bir yük bu. Sartre’ın bulantısını hatırlıyorum; insanın kendi varlığını sorguladığı o anlar. Ekmek için koştururken, neden koşturduğumu unutuyorum bazen.
Hayatta kalmak için mi, yoksa hayatta kalmış gibi görünmek için mi? Bu Post modern çağda, her şey bir gölge oyunu gibi. Çalışıyorum, kazanıyorum, yiyorum, ama doymuyorum. Çünkü ekmek, midemi dolduruyor belki, ama ruhumu beslemiyor. İşte o “daha fena birşey” dediğim yer burası: Derdin ekmek olduğunda, aslında derdin kendinle oluyor.
Bir de şu var: Ekmek derdi, insanı küçültüyor mu, büyütüyor mu? Camus’un Sisifos’u düşünüyorum. O koca kayayı tepeye yuvarlayıp duruyor, ama asla bitmiyor. Ekmek de öyle değil mi?
Her gün aynı telaş, aynı kaygı. Ama Camus’un dediği gibi, “Sisifos’u mutlu hayal etmeliyiz.” Belki de ekmek derdi, bize insan olduğumuzu hatırlatıyor. Çabalıyoruz, düşüyoruz, kalkıyoruz. Bu absürt döngüde bir anlam bulmak zorundayız, yoksa kayboluruz. Benim için bu anlam, ekmeğin ötesine bakmakta yatıyor. Evet, ekmek lazım, ama ekmek için yaşamak zorunda değilim. Derdim ekmek olsa bile, o derdi bir sorgulama ateşine çevirebilirim.
Simgesel olarak bakarsak, ekmek bir ayna gibi. Bana beni gösteriyor. Sabrımı, korkularımı, umutlarımı. Ekmeği yoğuran eller, toprağı işleyen alın teri, hepsi bir zincirin halkaları. Ama zincir, beni bağlamak için değil, beni özgürleştirmek için var olmalı. Post modern dünyada bu zinciri kırmak zor; çünkü her şey bir illüzyon, her şey bir yansıma. Ekmek bile gerçekliğini yitirmişken, ben nasıl gerçeğimi bulayım? Belki de bulamam, ama ararım. Bu arayış, beni ben yapan şeydir aslında.
Bir an durup düşünüyorum: Allah muhafaza dedim ya, neden? Ekmek derdinden korkum mu var, yoksa o derdin beni ele geçirmesinden mi? Sanırım ikisi de. Ekmek, bir naberlik kadar masum, ama bir o kadar da tehditkâr. Onu kazanmak için kendimi kaybetmek istemiyorum. Bu yüzden, ekmeğin ötesine bakıyorum. Sofraya, dostluğa, muhabbete. Ekmek, tek başına bir şey ifade etmiyor; onu anlamlı kılan, yanındaki insan, içindeki niyet.
Sonuçta, ekmek derdi fena bir şey, evet. Ama derdin ekmek olması, daha fena. Çünkü o zaman, hayat bir somun ekmeğe indirgeniyor. Ben ise daha
fazlasıyım, daha fazlasını istiyorum. Post modern dünyanın bu karmaşasında, simgelerin arasında kaybolurken, kendime bir yol çiziyorum. Ekmek, o yolda bir işaret, ama varış noktası değil. Felsefe, bu yolda bana eşlik ediyor; sorular soruyorum, cevaplar bulamıyorum belki, ama o sorularla yaşıyorum. Ve yaşıyorsam, ekmek derdi bile olsa, bir şekilde üstesinden gelirim. Allah muhafaza, ama Allah yardım eder. Bu benim muhabbetim, benim düşüncem; şimdi sizinle paylaştım, soframıza hoş geldiniz.
Sizlere Gelecekte Görüşmek üzerine Meydan Okuyorum. Orada Görüşelim…

