Ana Sayfa Arama Yazarlar
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir

ADD KURUCU ÜYESİ Prof. Dr. Mustafa ALTINTAŞ: OKUMA VE ANLAMAYA ÇAĞRI -2

3. Gelelim, insanın ana
3. Gelelim, insanın ana sütü kadar önemli olan ana dil öğrenimine. Çok dilli, çok etnik kökenli, çok dinli topluluklarda, resmi dil yanı sıra ana-baba dilleri de vardır ve T.C. bunları, Osmanlı Devletinden, bu topraklardan tevarüs etmiştir. Ve her insan, bu farklılıklara bakmaksızın yasa önünde eşittir (AY Md.10). Bir yandan her insana yasa önünde eşit haklar tanıyacağız, ancak 42’inci maddede “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez” diyerek anadili Türkçe olanların dışındakilere anadillerinden okuma ve öğrenme öğrenmeyi yasaklayacağız. Sonra da “Biz etle kemik gibiyiz, kız aldık, kız verdik” diyeceğiz. Ve de sizin de altını çizdiğiniz gibi, yüzüncü yılını tamamlamaya üç yıl kalmış yurttaşlarınıza resmi dilimizi bile öğretme görevimizi yerine getirmemiş birileri olarak, bir de yurttaşlarımızın ana dilleri üzerine yasak koyacağız. Ancak yukarıya alıntıladığım 42’nci maddenin anadili öğrenme ve okuma yasağının devamı olarak “…Eğitim ve öğretim kurumlarında okutulacak yabancı diller ile yabancı dille eğitim ve öğretim yapan okulların tabi olacağı esaslar kanunla düzenlenir. Milletlerarası antlaşma hükümleri saklıdır” hükmü yer almaktadır.
Yani Türkçe diline, hem “resmi” ve hem de “anadil” sıfatı verilmiştir.
Bu duruma göre Kürt kökenli yurttaşlarımızın çocuklarına kendi anadilini öğrenmeyi yasaklarken, Türkçeyi, hem resmi dil ve hem de anadil olarak dayatacağız..
Bu, Kürt kökenli yurttaşlarımıza “anasütü” içmeyi yasaklayıp, “üvey ana sütünü” dayatmak, ancak onu bile, yüz yıldır vermiyoruz gibi bir duruma neden olmaktadır.
Bizler anaokulu kuşağı değiliz. Yedinci yaşımıza bastığımızda, Türkçeyi, anadil değil de resmi dili öğrenmek, okumak, yazmak, kurallarını içselleştirmek için görürdük. Çünkü, ana dilimizi, anamızdan, babamızdan öğrenmiş olarak okula başlardık. Kürt kökenli çocuklar ise, ana dilleri olarak Kürtçeyi, ana-babalarından öğrenerek ilkokula başlarlardı ve orada resmi dili öğrenme sürecinde anadilleri olan Kürtçeyi unutturmaya zorlardık. Yani, ana dili Türkçe olanlar, ilkokul sürecine, Kürt kökenli çocuklardan avantajlı olarak başlarlardı. Bu ise, daha ilk basamakta, ana dili farklı olan insanlarımızın yasa önünde eşitliğini ortadan kaldırmış olurdu. Çünkü, bizler, anadili Türkçe olanlar, anadilimiz Türkçe ile konuşur, arkadaşlıklar oluşturur, anne-babamızlardan ve büyükanne-babalarımızdan masallar dinlerdik. Anadili Kürtçe olanlar da, yedinci yaşımıza kadar aynı eylemleri anadilimiz Kürtçe yapardık. İlkokula başlayan anadili Kürtçe olan çocuk, Kürtçe oluşmuş bellek ve sözcük hazinesinden yoksunlaştırılmış olarak bu sürece katılırlardı. Ve bu dezavantaj, eşitsizlik, yaşamı boyunca sürerdi ve sürmektedir. Sanırım T.C. öğretim kurumlarında zorunlu (İmam Hatiplerde) ve seçmeli- zorunlu yabancı dil olarak 10 dil öğretilmektedir. Bunlar arasına 2015’de Arapça alınmış olmasına karşın Kürtçe yer almamaktadır. Bütün bunlar, anadilden birinin sürekli itelenmesi, ötelenmesi ve sömürülmesine kapıları açmak anlamı taşımaktadır.
Kürt kökenli yurttaşlarımız, anadillerini, ilkokul çağına kadar aile içinde öğrenmekte ve bunu çevresinde kullanmaktadır. Burada yapılması gereken O’na anadilini ilerletme ve geliştirme fırsatının verilmesi ve resmi dilin yanında, eğitim-öğretim kurumlarında zorunlu-seçmeli diller arasına alınmasıdır… Bence “Kürtçe” Kürtlerin sorunu olmaktan daha çok, bu ülkenin yurttaşı olmakla birlikte anadili Türkçe olanların sorunudur. Çünkü, yurttaşlardan birinin anadili, resmi dil olarak kabul edilirken ve anadili Kürtçe olanlara zorunlu kılınırken, anadili Türkçe olanlara, yurttaşı olan komşusunun dilini öğrenme olanağı verilmemektedir.
Burada da bir anımı paylaşmak isterim. 1990’lı yıllarda, Adıyaman’da, SHP-CHP’den milletvekili adayı olmuştum. Dağ köylerine gittiğimde, yanımda Kürtçe konuşan biri ile gitmek zorunda idim. Ön seçmen ve seçmen ile görüşmeyi, onlara seslenişimi ve onlardan dinleyişimi çevirmen aracılığı ile yapardım. Çevirmen, ne kadar yetenekli olsa bile, ne benim, ne de muhataplarımın heyecanını, coşkusunu, duygularını yeterli ölçüde yansıtamazdı. Dağ köylerinden, mezra ve obalardan aşağıya inerken, kendime, “Bu seçmen, dilini bilmeyen, bu nedenle duygu ve heyecanlarını aktaramadığı beni niye, temsilcisi olarak seçsin ki!” diye mırıldanır ve Kürtçe öğrenmemiş olmama yanardım.
Sizin de Manifestonuzda belirttiğiniz gibi, bölge, yüz yıldır görece geri bırakılmış, kamu hizmetinden uzak tutulmuş, ulusal hukuk kurallarına göre değil de, neredeyse sürekli sıkıyönetim-olaganüstü hal altında “özel statülü bir bölge” yönetimine mahkum edilmiş, cezalandırılmak istenilen kamu görevlilerinin sürgün yeri olarak kullanılmıştır. Cumhuriyet bu olumsuzlukları giderme yönlü çabalar içine girmiş, örneğin Köy Enstitüleri (Kars-Cilavuz, Sivas-Pamukpınar, Erzurum-Pulur, D.Bakır/Ergani-Dicle, Van/Erciş-Ernis) ile sanayi-madencilik kuruluşlarında( Malatya Pamuklu Dokuma, Malatya,Kayseri Bez, Ergani Bakır, Artvin Kuvars, Murgul Bakır) dengeli bir dağılımı görürüz. Ayrıca, dönemde bölgedeki feodal yapının ortadan kaldırılmasına yönelik düzenlemeler yapılmıştır. Ancak, İkinci Dünya Paylaşım Savaşı sonrasında oluşturulan “ İki Kutuplu Yeni Dünya Düzeni”, kutuplaşmanın içinde yer alan ülkeleri, belirleyici ülkelerin (ABD ve SSCB) ekonomik, siyasal, askeri ve kültürel egemenliği altına girmiştir. Örneğin TSK, NATO Karargahına tabi olmuş ve Kıbrıs Harekatı’nda T.C. 4’üncü ordusunu oluşturma zorunda kalmıştır. Ve bizde sınıfsal dayanakları olması gereken çok partili siyasi sistem, aynı kökten ve kadroların ayrışmasından oluşmuştur. Ve bu, kural, kurum ve gelenekleri yerleşmeden demokrasi olarak adlandırılarak, iktidarı ele geçirenlerin sürekli rejim değişikliğine gidişi, 1930’larda amaçlanan toprak reformunu, siyasetle güçlendirilen feodal kurumların ve kuralların, Doğu ve G. Doğu Anadolu’da yeniden hortlatılmasına neden olmuştur. Devlet giderek, tarikatlar, cemaatler arasında paylaşılır olmuştur. Yani tasfiye edilmesi, tarihe terk edilmesi gereken kurum ve kurallar yeniden hortlatılmıştır. Reel sosyalizmin çökmesinden sonra ise, ulus devletler mikro milliyetçilik, mikro dincilik, mezhepçilik ile içinden çökertilir olmuştur. Türkiye ise, bu parçalanmaya, milenyum ile, “eş-başkanlık yutturmacası” ile sürüklenmiştir.
Sayın Hocam, yurttaşımızdan, etnik köken ve inanç farklılığı nedeni ile korkmamamız gerekmektedir. Her dil , insanın zenginliği ve iletişim aracıdır. Bu nedenle yurttaşlarımıza, resmi dilin yanı sıra, ana dillerini öğrenme ve geliştirme olanağını anasının ak sütü gibi vermeli, O’nu üvey ana eline terk etmemeliyiz. Bakınız Kürt kökenli yurttaşlarımıza “Dağa çıkma yerine ovada siyaset yapma” çağrısında bulunanlar, özellikle 7 Haziran 2015 seçimlerinde, bölgesel parti görünümünden çıkarak, Türkiye’nin siyasal partisine dönüşerek sağladığı başarıdan sonra, terörize edilmiş, şeytanlaştırılmış, ötekileştirilmiştir. Kazandığı yerel yönetimler elinden alınmış, milletvekillerinin üyelikleri düşürülmüştür. 26’ncı dönemde 11, 27’nci dönemde en son 2 milletvekilleri, parlamentodan ihraç edilmiş, sonra da hapse atılmıştır. Hemen her gün de, adı siyasal parti olan kimi kuruluşlar (bunlardan biri de sizin adaylığını üstlendiğiniz parti- İşçi/Ulusal/Vatan), “HDP Kapatılsın” diye kampanya yürütür olmuşlardır.
Değerli Hocam, değerlendirmelerinizin, saptamalarınızın, önermelerinizin hepsine katıldığımı önceden de belirtmiştim. Burada izninizle, sizden bir alıntı yaparak görüşlerimi güçlendireceğim:
“10. Birçok topluluk gibi, bu topluluğun da milli bütünlüğü bozmadan kendine göre bir dili, müziği, kültürü olduğunu; bunları kullanmasının da onların temel bir hakkı olduğunu yıllarca göz ardı ettik; ancak resmi dili öğrenmenin, cumhuriyetin değerlerine sahip çıkmanın bir zorunluluk değil ortak yaşamanın bir gereği olduğunu ırkçı ve şövenist bir yaklaşımdan kurtularak anlatamadık; onlar da anlamadılar”.
Ben buna, Anayasanın 5’inci maddesinde devletin temel amaç ve görevleri olarak sıralanan; “Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak…”taki başarısızlığımızı eklemek isterim.
Irksal, dilsel, inançsal farklılıklarımızı, insan hakları ve eşit haklara sahip yurttaşlık temelinde, katılımcı demokratik sistem içinde zenginliğe dönüştürmemiz gereken çeşitliliğimizi, çatışmaya, kan davasına dönüştürerek neden olduğumuz can ve ekonomik kayıplar artık hepimizi yordu, tüketti. Artık bu insan ve kaynak savurganlığından vazgeçmemiz gerekmektedir. Bunun yolu ise, yukarıda alıntıladığım paragrafta yaptığınız “…anlatamadık, onlar da anlamadılar…” nedenini ortadan kaldırmak konusunda, siyasal partilerle, üniversitelerle, medya kuruluşlarıyla, sendikalarla, demokratik kitle örgütleriyle “cumhuriyetin değerlerine (insan haklarına saygılı, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti temelinde) sahip çıkmanın bir zorunluluk değil, ortak yaşamanın bir gereği olduğu” nu kendimiz anlamalı, bunu anlatmalı ve anlatmadan bıkmamalıyız.
HDP’nin, öteki siyasal partiler gibi, Türkiye Partisi olduğunu kabul etmeli ve onları belirli bir coğrafyaya itelemekten ve orada bile yurttaşların temsilcisi olmaktan onları yoksun kılıcı sapkınlıklardan, aymazlıklardan vazgeçmeliyiz.
(Devam Edecek)