Siyasal İslamcıların, Ömer Seyfettin’i kendi saflarında gibi göstermesi bir hayli garip, hatta trajikomik bir durum.
Adam, Türkçülük akımının temellerini atanlardan biri;
dilde sadeleşme, yalınlaşma taraftarı bir fikir savaşçısı.
Öyle ki, Türkçeyi Arapça ve Farsça kelimelerin işgalinden kurtarmak, ona kendi özünü geri vermek için kalemiyle adeta bir cephede mücadele etmiş.
Peki, şimdi ne oluyor?
Siyasetin kirli oyunları devreye giriyor ve Ömer Seyfettin gibi bir Türkçü, milliyetçi bir kalem, hiç ilgisi olmadığı bir ideolojinin bayrağı altına çekilmeye çalışılıyor.
Bu, sadece bilgisizlik değil; aynı zamanda bir çarpıtma, bir haksızlık.
Ömer Seyfettin kimdi, hangi görüşteydi?
Bu sorunun cevabı aslında çok net.
Türk edebiyatının önde gelen hikâye yazarlarından biri olmasının ötesinde, o, Türk kısa hikâyeciliğinin kurucu ismiydi.
Daha da önemlisi, Türkçülük akımının öncülerinden biri olarak dilde ve düşüncede millî bir bilinç yaratma peşindeydi.
Türkçede yalınlaşmanın, yani dilimizin yabancı kelimelerden –özellikle Arapça ve Farsça’dan– arınmasının en büyük savunucularından biriydi. Onun gözünde, bir milletin dili, o milletin ruhu demekti.
Eğer o ruh, başka dillerin gölgesinde boğulursa, millet de kimliğini yitirirdi.
Bu yüzden, “Dilde, fikirde, işte birlik” diyen Ziya Gökalp’le aynı çizgide yürüdü;
Türkçü-Turancı fikirleri benimsedi ve bu doğrultuda milliyetçi bir hareketi yorumladı.
Ömer Seyfettin’in hayatına baktığımızda da bu duruşu açıkça görülüyor.
İttihat ve Terakki Fırkasının önde gelen üyelerinden biriydi mesela.
Bu, onun milliyetçi fikirlerle yoğrulmuş bir siyasal duruşu olduğunu kanıtlar.
Balkan Savaşları’nın acısını yaşamış, Osmanlı’nın çöküşüne tanıklık etmiş bir asker ve aydın olarak, Türk milletinin birliğini, dirliğini sağlamak için yazdı, düşündü, mücadele etti. Hikâyelerinde bile bu ruhu görmek mümkün:
Kaşağı ’da çocukluğun masumiyetiyle örülü bir Türk ailesi, Primo Türk Çocuğunda millî bir bilinç, Bomba da ise vatanseverlik…
Ömer Seyfettin’in kalemi, Türkçülüğün bir kalemiydi; İslamcı bir ideolojinin değil.
Peki, nasıl oluyor da siyasal İslamcılar onu kendi saflarına çekmeye çalışıyor?
İşte siyasetin geldiği nokta bu:
Hakikati eğip bükmek, tarihi çarpıtmak, bilgisiz kitlelerin önüne “Bak, Ömer Seyfettin de bizdendi” diye bir yalan servis etmek.
Oysa gerçek ortada:
Vikipedi’ye bile baksanız –ki bu çağda bilgiye ulaşmak bu kadar kolay– Ömer Seyfettin’in Türkçülük akımının kurucularından biri olduğunu, Millî Edebiyatın öncü ismi olduğunu görürsünüz.
Onun derdi, Türk milletinin dilde ve kültürde bağımsızlığıydı;
Arapça-Farsça hegemonyasına boyun eğmiş bir ümmetçilik değil.
Bu çarpıtma, sadece Ömer Seyfettin’e değil, onun mirasına da bir hakaret.
Çünkü o, yazdıklarıyla bir milletin uyanışına öncülük etti.
“Yeni Lisan” makalesinde dile getirdiği fikirler, Türkçenin zincirlerini kırma çabasıydı.
Bugün siyasal İslamcılar, onun bu mücadelesini görmezden gelip, sanki o Arapça terimlerle dolu bir edebiyatı savunmuş gibi bir portre çiziyorlar.
Bu ne kadar ironik ne kadar acı!
Ömer Seyfettin yaşasaydı, herhalde bu duruma isyan eder, kalemini bir kez daha Türkçenin saflığı için kuşanırdı.
Siyaset böyle bir şey işte.
Senin görüşünde olmayan birini bile, işine geldiği gibi eğip büküp kitlelerin önüne koyuveriyorlar. “Olsun bitsin” diyorlar;
yeter ki birkaç oy devşirsin, yeter ki bir algı yaratılsın. Ama tarih affetmez, hakikat de öyle.
Ömer Seyfettin, Türkçüydü, milliyetçiydi ne siyasal İslamcılığın ne de başka bir ideolojinin gölgesine sığınmadı.
Onun yeri, Türk milletinin yüreğiydi;
o yürekte, sade ve temiz bir Türkçe ile hâlâ yaşıyor.
Bize düşen, bu mirası korumak ve çarpıtmalara karşı dimdik durmak.
Çünkü Ömer Seyfettin, birilerinin oyuncağı olacak bir figür değil;
bir milletin sesi, bir milletin kalemidir.
Gelecekte Görüşmek Ümidiyle…