Yazımızın başlığına, “Ne yani memlekette insan mı kalmadı?” diye sitem eden okuyucular olacaktır.
Elbette ki insan üredikçe insanlıkta tükenmeyecektir. Ancak kast ettiğimiz, aradığımız ve ihtiyacımız olan yardımlaşma, paylaşma, saygı, sevgi, hak, hukuk ile vicdan terazisiyle sorumlu davranan insandır.
Çünkü görev bildiğimiz bu değerlerin günümüzde yozlaşmış olup çürüme noktasına getirilmiş olması çok önemli bir sorundur.
Bu durumun maalesef her alanda her mekânda yaşanıp topluma damgasını vurduğunu görüyoruz. Bayramlar dolayısıyla siyasiler ve toplum önderleri ”kutsi” mesajlar yayınlasalar da, “tavırlarıyla örnek olmayınca” söylemleri bir işe yaramıyor.
Bunları gören vatandaş da kestiği kurbanın övgüsüyle komşusuna hava atarken, kurban etini de dolabına stoklamayı marifet sayıyor. Bunu da “İslami görev” kılıfıyla süslüyor.
Toplum Filozofu Aristo; “İnsan sosyal bir hayvandır” der.
Buradaki kastı, insanın tek başına hayatını sürdüremeyeceği gibi doğanın bir parçası olup çevresiyle uyumlu yaşayarak sosyalleşip insanlaşacağı, aksi halde hayvan kimliğinden kurtulmayacağı tespitine varmıştır.
Bugün toplumumuzun her kesiminde “insanlığı aratan” bir çürüme yaşanmaktadır. İnsanlıkta toplumsal çürümelerin tarihi, hep yöneticilerden (siyasilerden) aşağıya inip (halkı) basiretsizleştirdiği görülmüştür.
Oysa dostluk, vefa, sadakat, merhamet, vicdan, hoşgörü, yardımlaşma ve paylaşma denen değerler, insanlığın gereği olan “insan olma” şartıdır.
Herkes hayat pahalılığı, işsizlik ve geçim zorluğundan yakınıyor. Doğrudur.
Ancak “Fiyatları kazık kafeler” insanlarla dolu.
Bu ne yaman çelişkidir? Şehir merkezi ve caddelerinde araç kullanıcılar, yayalar trafik kural ve işaretlerine uymuyorlar.
Öncelikli (engelli)nin hak hukukunu gözetme yerine çiğneme saygısızlığının bir alışkanlık haline geldiği görülüyor.
Artık durakta, otobüste, hastanede, bankada, adliyede, markette, kaldırımda;
yaşlıya, engelliye, hamileye, gaziye yol verme, yer verme, el verme, yardım etme gibi insani görevleri yapanlara rastlamak zordur.
Ama öylesi yerlerde itişerek ön alma olağandır.
Böyle olunca insanlık davranışlı “insan” görmek nadirdir.
Öyle ki uyarıcı müstesna insanlara karşı edepsiz ve saldırgan tavırlı “magandalar” sahne alıyorlar.
Böylesi olaylar Mersin’de yaşama sevincine ve kentimizin güzelliğine kama sokuyor.
Kahredici bir durumdur bu.
Günümüzde her olay her davranış, “kimden ne üterim?” ölçüleriyle değerlendirilince maalesef insanlığımızdan utanacağımız olgular yaşanıyor.
Zira Anadolu’nun kadim kültürü unutulmuş gibidir. Nitekim içinde insan ve insanlığı yok sayan “cehalet kaynaklı” gösteriş, fors, poz verme, saç, sakal, dövme, giyim taklidi, kendi fizik ve cinsiyetiyle oynama sefilliği gibi özenti “emperyalist sanal kültür” ne yazık ki toplumu iğfal etmiştir.
Bu “kanser” insanlığı kemirmektedir.
Bu tabloda, vatan, millet, devlet, bayrak, şehir, toprak, su, dere, orman, mahalle arkadaş, aile denilen değerler bile “ne acıdır ki” artık fiyatlandırılmaktadır. Çünkü tembellik “birisi yapsın ben konayım” ruh haliyle facia bir insan tipi yaratmıştır.
Çürüme çıkmazına düşen kitleler, insan olmanın değerlerine sahip çıkmadan sağlık, eğitim, hukuk, ekonomi, sanat, spor ve siyasi hayatında hangi başarıyı toplumsal huzurun sevincine dönüştürebilir?
Ve bu nedenle “gerçekten mutluluk” tarifi bile artık bir tartışma konusudur.
Hâlbuki biz; Mevlana’nın, H. Bektaş Veli’nin, Ahi Evran (Nasrettin Hoca)’nın Yunus Emre’nin, Pir Sultan’ın, Karacaoğlan’ın torunlarıyız. Anadolu coğrafyasında onlar, insanlıkla donattıkları muazzam ve paha biçilmez kültür hazineleri olan, hoşgörü, yardımlaşma, paylaşma aşkını bize miras olarak bırakmışlardı.
Yoksa biz tembellik ve unutkanlık hastalığına mı yakalandık?
Daha dün Aşık Veysel, Neşet Ertaş, Aşık Mahsuni aramızda idiler.
Onların sazı sözü, “insanlık için bizi insani kimliğe” çağırıyor.
AKSİ HALDE BU DEĞERLERİ YAŞATANLARI VE İNSANLIĞI KAYBEDECEĞİZ…