Yazı başlığımızda “Ne oldu bize böyle?” derken amacımız, okuyucumuza günümüzde insan ve insanlığı hatırlatmaktır.
Şimdi 60-70-80-90 yaşında olan dinazor insanların büyük çoğunluğu hiç uçağa binmemişlerdi.
Cep telefonu görmemişlerdi. Televizyonları, arabaları, ev mutfaklarında beyaz eşyaları yoktu.
Akşamları da radyosu olan komşularda haberleri (ajansları) dinlemek için toplanırdık.
Zaten mahallede yüksekokul veya lise mezunu istisnai olaydı.
Ama harçlıklarımızla resimli Teksas, Tommiks, Pekos Bill dergilerinin yazılarını zevkle hecelerdik.
Ailelerimizin tavsiyeleri gereği, “bilmediğimizi bilenlerden öğrenir” bildiğimizi bilmeyenlere öğretirdik. Fikir sahibi olmanın ancak dinlemek, okumak ve anlamakla mümkün olacağını öğrenirdik.
Büyüklerimizden dinlediğimiz inançsal ve milli kahramanlık hikâyeleri hep akıl ve vicdan terazisinden geçirilip bize anlatılırdı.
İşte bu iklimde bizler yurdumuzu, milletimizi kalbimizle, yüreğimizle çok sevmiştik.
Büyüklerimize saygıyı, sevgiyi, küçüklerimizi korumayı, merhameti öğrendik. Bu öğretiler bilincimize ve vicdanımıza bir disiplinle görev ve sorumluluk yüklüyordu.
İnsanlıkta temel kuralın, “sana yapılmasını istemediğin zarar ve yanlışı sen başkasına yapma.”
“Düştüğün zor durumlarda ihtiyacın olan yardımları sen: dua, dilek, seyir ve keş kelerle değil fiilen yapıyor musun?“ Yani zamanından, imkânından, yeteneğinden bir şey katıyor musun? Kendine bu sorgulamayı yapan kişi ancak insanlaşabiliyor.
Şöyle düşünenlerimiz, benim bir eksiğim yok, keyfimde yerinde, bana ne mağdurdan zayıftan, yoksuldan. Nasıl olsa ben rahat ve mutluyum. “Acaba böyle mi?”
Oysa bütün dünya ve insanlığı kucaklayan doğa da sen küçücük bir parçasın ve her anını bu dünya nimetleri sayesinde yaşıyorsun.
O halde var olmanın, yaşamanın bir bedeli bir görevi, sorumlulukları ve gerekleri hatta mecburiyetleri vardır, olmalıdır.
Bunları herkesin bilmesi gerekmez mi?
Esasında; bir baş, bir gövde, iki kol, iki bacak ve bir cinsel organ insan olmaya yetmiyor. Ancak kutsal ayetlerde bile Tanrı, “Yarattığım en değerli varlık insandır” derken herhalde akıl ve vicdan sahiplerini kast etmiştir.
Nitekim her kişi akıl ve vicdanını yukarıda saydığımız değerleri yaşattığı ölçüde insanlaşabiliyor.
Günümüz dünyasında 50-60 yıl öncesini özlem, hasret, sevgiyle ananlar o yokluk ile zorlukları ama yaratıcılıkla saadet ve mutluluğa dönüştürmüşlerdi.
Şimdi de paylaşıma dayalı güzellik dolu değerleri, bugün çürüyen ilişkilere karşı insanlık yüklü bir vicdanla ve inatla yaşatmak zorundadırlar. Düşününce hatırlarız, dostlarımız ve sevdiklerimizden yıllar önce uzaklarda yaşarken her yazıp veya okuduğumuz mektupları sevinç gözyaşlarımızla ıslatırken bile tarifsiz mutluluklar yaşardık.
Gurbete gidiş veya dönüşte o kucaklaşmaların hazını hangi alet verebilir..?
Veremez.
Çünkü o anki duygu ve dokunuşların insani manasını ne yazık ki aletlere devredenler, vicdanlara sızı ekiyorlar.
İşte bu nedenlerle ve tabir caizse, “Eski tüfekler” mutluluğu sadece geçmişin hikâyeleriyle değil, bugün de bütün tahribatlara rağmen insani değerleri paylaşarak ve dostluklardan haz alarak yaşatmayı sürdürüyorlar. Fakat öte yanda; emperyalist kültürün tutsağı LGBT her yaştan vatandaşlarımızı özgürlük tuzağıyla kimliksiz, kişiliksiz, ve cinsiyetsizleştirerek mutluluğu değil ruhsal ve bedensel çürümeyi dayatmaktadır. Toplumumuz bunun zararlarını görmek zorundadır.
Biz Türk milleti olarak; insanlığı, uygarlığı, medeniyeti, ahlaka dayalı disiplini hatta devlet kurma geleneğimizi bütün coğrafyalara ve insanlığa taşımış bir neslin çocuklarıyız.
Buradan hareket ve kanaatle “İnsan ve insanlık bu dünya da huzur ve mutluluk arıyor. Ancak bunun en temel malzemesi akıl, bilgi, vicdan ve ahlaktır.
LAKİN BUNLAR; ÇALIŞMAK, ÖĞRENMEK VE PAYLAŞMAKLA HAK EDİLİR.