Çarşamba’dan Çarşamba’ya yayımlan yazılarımı aksatmamak için, genellikle hafta sonunda yazmaktayım. Bu nedenle de, hızla akan ve değişen gündemin arkasından kovalamak durumunda kalıyorum. Anlayışınıza sığınıyorum.
Geçen haftadan sarkan üç olayı anımsatmak isterim. Bunlardan ilki, 14 Ekim’deki, bütün Türkiye’yi yasa boğan, Amasra’daki TTK Genel Müdürlüğü tarafından işletilen taş ocağındaki grizu patlamasıdır.
41 insanımızı yaşamdan ve sevdiklerinden kopartan bu facia, halen acısı küllenmeyen 301 insanımızı kurban verdiğimiz Soma’yı ve başka faciaları akla ve tartışmaya getirdi.
AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı,
‘Şahsım devletinin’sorumluluklarının üzerini kapattırmak için olmalı, ‘Fıtrattan, yazgıdan, takdirden, bu türden felaketlerin sürüp gideceği müjdesini(!)’ vererek, başlatılmış olan inceleme ve soruşturmayı da örtük olarak sonlandırmış oldu.
Kurtarmada sergilenmesi gereken başarıdan övünülmesi gerekirken, kurbanların toprak altından çıkartılmasındaki hız ve kurban sahiplerine verilecek ‘Kefen parası müjdesi(!)’ ön plana çıkartıldı.
Ortaya saçılan Sayıştay Raporu ve kurbanların sahiplerinin anlatımları ise, facianın ‘geliyorum’ dediğini ortaya koydu. Saçılan bu bilgiler, suçluluk duygusu ile saklanan ve görünmezliği yeğleyen yetkili sendikayı ve O’nun sorumluluğunu aklıma getirdi.
Sayıştay Raporu ile anlatımlar, facianın iş kazası ve sorumlusunun Tanrı olmayıp, herkesin önceden bildiği bir ‘İş cinayeti’ olduğu kuşkusunu güçlendirdi. Başlatılan soruşturma, sorumluları aklamaya dönük bir müdahaleye konu kılınmaz ise, dilerim bu kuşkuları aydınlatır derken, toprağa verdiğimiz emekçilerimiz için başsağlığı, yakınlarına sabır ve yaralılara da sağlık diliyorum.
İkinci olay, CHP Genel Başkanı K. Kılıçdaroğlu’nun, durduk yerde, 2023 Milletvekili ve Cumhurbaşkanı seçiminde, olası rakibinin kötüye kullanabileceği ‘Tesettür aracının’ önünü kesmek için, yasal güvence önerisinde bulunmasıdır.
RTE tarafından futbol sözlüğünden “iyi bir pas” olarak tanımlanan bu öneri, yolsuzluk, yokluk, yoksulluğun, hatta Amasra Cinayeti’nin gündemden düşmesine oldu ve gündemin ‘Anayasa değişikliğine/referandumuna’ evrilmesine neden oldu.
Üçüncü olay, 17 Ekim günkü yazımda alıntıladığım AKP Programında, kaldırılacağı sözü verilen ‘Yasakları’ aratacak, yeni bir “yasağın” eklenmesi oldu.
Geniş yığınlarca “Sansür yasası” olarak görülen bu yasa, dezenformasyon örtüsü ile, “Halkı yanıltıcı bilgiyi açıkça yaymak” olarak tanımlanan yeni bir suç üreterek, medyayı baskılayıcı, demokratik muhalefetin kolunu-kanadını kırıcı, seçmene ulaşmasını, onların bilgilenme ve öğrenme hakkını ellerinden almayı yürürlüğe sokmuş bulunmaktadır.
Yasanın imzasının kurumasını bile beklemeyen RTÜK, TİP Milletvekili Seda Kadıgil’in katıldığı programda, “DİB, bu haliyle siyasal İslamcı gereçtir” saptamasını, “Dil, din, ırk ayrımı gözeterek yayın yaptığı” safsatası ile, TELE 1’in ekranının kapatılması cezasını verdi.
03.03.2011’de yayımlanan 6112 Sayılı “Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayın Hizmetleri Hakkında Yasa, Amaç başlıklı ilk Maddesinde RTÜK;“…ifade ve haber alma özgürlüğünün sağlanması” ile görevlendirilmiştir.
RTÜK yargı organı, yargı erkini kullanma yetkisi olmayan bir kurum olup, Anayasa’nın ‘İdare’ ara başlığı altında, 133. maddede yer almaktadır. Üst Kurulun dokuz olan üyelerinin, siyasi parti gruplarının üye sayısına göre TBMM Genel Kurulu’nca seçiliyor olması, alınan kararların da siyasi kanaatlere göre belirlenmesi sonucunu doğurmakta ve günümüzde yakınılan kararların dayağını oluşturmaktadır.
RTÜK, çoğunluğu oluşturan partinin organı olmaktan çıkartılıp, kamu kuruluşuna dönüştürülerek, kamu yararını koruyan, gözeten bir yapıya kavuşturulmalıdır.
Ekonomiye yer kalmadı.