Prof.Dr. Muammer Aksoy’un aramızdan kopartılmasının, 31 Ocak 1990’nın üzerinden 32 yıl geçti. Ondan 3 yıl sonra, 24 Ocak 1993’de aramızdan kopartılacak olan Uğur Mumcu, 2 Şubat 1990’daki “İpucu yok…” başlıklı yazısında “…Aksoy, … İpekçi gibi terörün artması, ülkenin anarşi ve terör ortamına sürüklenmesini planlayan gizli örgütlerce mi öldürüldü?” sorusunu sorduktan sonra “öyleyse olaylar bu noktada durmaz, daha da artar” derken,7 Mart 1990’da Çetin Emeç’in, 4 Eylül 1990’da Turan Dursun’un, 6 Ekim 1990’da Doç.Dr. Bahriye Üçok’un, 13 Ekim 1991’de Org. Adnan Ersöz’ün, 20 Eylül 1992’de Musa Anter’in ve 24 Ocak 1993’de kendisinin de yaşamdan kopartılmalarının gerisindeki büyük fotografı gösteriyordu sanki.35 gün sonra, 7 Mart 1990’da yaşamdan kopartılacak Çetin Emeç, Aksoy Hocanın öldürülmesini ve kendisinin öldürüleceğini, 1 Şubat 1990 günlü yazısında, “Terör Kapıyı Çaldı” başlığı ile adlandırılmıştı. Fakir Baykurt ise, 17.3.1990 günlü Cumhuriyet’teki yazısında şu saptamada bulunmakta idi: “… Prof. Aksoy gibi bilim ışığı başlar,fazla geliyor döneme.Tıpkı Sokrates gibi. O da zamanının Atina’sına fazla gelmişti… Onunla Aksoy arasında bir ayrım var. Sokrates hiç olmazsa yargılanmış, ondan sonra içmişti zehiri. Günümüzün Sokrates’leri yargılanmadan yiyor kurşunu.”
Cumhuriyet Gazetesi ise, 2 Şubat 1990’da “Vakit Varken…” başlıklı başyazısında, günümüzün fotokopisi gibi şunları yazmaktadır:
“…Prof. Aksoy’un öldürülmesiyle çanlar yakın ve büyük bir tehlikenin işaretlerini vermeye başlamışlardır. İrtica ve bölücülük haberleri de gazetelerin baş sayfalarında demirbaşa dönüşmüşlerdir. Bütün dünyanın yazgısını belirleyen çok önemli olaylar yaşanıyor; yeni bir dünya kuruluyor…Yakınlarımızda bizi ilgilendiren zincirleme olayları izlemek güçleşiyor… Buna karşılık içerde yaşadıklarımızın olumsuzluğu alabildiğine çarpıcıdır. 1990’a büyüme hızı neredeyse sıfıra indirgenmiş,yüksek dış ve iç borçları yüklenmiş, gelir dağılımı alabildiğine bozulmuş bir ülke olarak girdi. En kötüsü de her şeyden sorumlu tutulması gereken hükümetin boşluktaki durumu,parlamento çoğunluğunun kaygısız tutumu ve Cumhurbaşkanlığı’na ilişkin gerçeklerin olumsuzluğudur… Meclis çoğunluğunun altındaki halk tabanı erimiştir. Muhalefet partileriyle Cumhurbaşkanı arasındaki köprüler atılmıştır… Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal devlet düzeninde fiili bir sapma… Rejimin temel konularında uzlaşmış,sağlıklı bir diyaloğa girmiş, sorunları demokratik bir erken seçimin sonuçlarıyla çözmeye kararlı parlamenter tabloda olumsuzluk ve umutsuzluğa yer yoktur… Çare elle tutulacak kadar somut görünüyor. Türkiye’de yapılacak ilk iş, devlet yönetimini doğal kanallarına ve dengelerine oturtmaktadır. Bunun için de ilk önlem, hiç vakit yitirmeden bir erken seçime gitmektir…”
Aksoy; öldürülünceye kadar, Türk Halkının toplumsal yaşamımızda, özgür oyları ile egemen olmasını savunmuştur. Aksoy,düşünce ve düşündüğünü açıklama özgürlüğü başta olmak üzere, insan haklarının tam olarak tanınmasının, kişi güvenliğini sağlayan hukuk devleti kurallarının eksiksiz ve titizlilikle uygulanması ve korunmasının savaşımcısı olmuş, hangi yönden gelirse gelsin,şiddete başvurmanın ve kaba güç uygulamalarının karşısında dikilmiştir.Gerçek demokrasinin ve toplumculuğun ancak halkın bilinçlenmesi ve medeni cesareti sayesinde gerçekleştirileceğine inanmıştır. Bütün yurttaşların meslek eğitimine kavuşma,eğitimlerine uygun iş bulma, insanlık onuruna yaraşır barınma,yeterince beslenme, sağlık hizmetlerine erişme,sosyal güvenceye sahip olma gibi ekonomik ve sosyal nitelikteki anayasal haklar devletçe tam olarak sağlanmadıkça,gerçek demokrasiden söz edilemeyeceğinin sözcülüğünü yapmıştır.
Aksoy Hoca çağrısının nedenini; “Ülkemizde çoğulcu, çağdaş ve sosyal içerikli bir demokrasinin egemen olmasını, toplum yaşamının amacı olan insanın mutluluğu için vazgeçilmez koşul saymış bulunan bir hukukçunun, kişisel hırslardan çok uzak bir siyasetçinin, demokrasiyi katletmeyelim, yada demokrasi gemisini, yine siyasal ihtiraslar yüzünden karaya oturtmayalım diye çırpınışından başka bir şey değildir” diye açıklamaktadır.
Aksoy, kurucusu olduğu ADD adına; laiklik ilkesinin vazgeçilmezliğini de; “Bir yönü ile kişilerin duyunç ve tapınç özgürlüklerini güvenceye alırken, öteki yönü ile de, hukuk ve devlet düzeninin akıla, bilime, halkın istencine dayanması kuralına güvence kazandırmasına” dayandırmakta ve Anayasanın 24ncü maddesinin son paragrafına gönderme de bulunmakta; Anayasanın Başlangıcı ile 2. maddesinin, laikliğin, Atatürk’ün ilke,devrim ve çağdaşçılığı ile T.C.’nin temelini oluşturduğunu belirtmekte ve bunlardan verilecek ödünün toplumun kendi varlığına son verme anlamına geleceğinin altını çizen Aksoy, gericiliğin kitleselleşmesi ve örgütleşmesinin yaygın,yakın ve somut bir tehlikeye dönüştüğüne işaret etmektedir. Aksoy Hoca bu uyarılarının olumlu etkisi olmasa bile,bu uyarılarda bulunmasını, “Beni 9 yıl yurt dışında okutan kendi ulusuna karşı,bu uyarı ile de borcumu ödemeye devam ettim diyebilme olanağını bana sağlayacaktır” diye açıklamaktadır.
Günümüzde de geçerliliğini ve zorunluluğunu sürdüren bu uyarıların üzerinden 32 yıl geçmiş bulunmaktadır. Aksoy’un yaygın, yakın ve somut tehlike olarak işaret ettikleri yaşamımızı işgal etmektedir. Laiklik karşıtı odak olmaktan hüküm giymiş iktidar partisi ve onun lideri Din Şurası’nın kapanışında “Din, kişinin hayatına nüfuz etmezse, kişi zamanla yapıp ettiklerini dinleştirme yanlışına düşer. Bunun için İslam bize göre değil, biz İslam’a göre hareket edeceğiz” diyebilmekte, “Ekonomi biliminin yasalarının yerine Nas hükümleri geçirilebilmektedir. Türkiye tıpkı 1980’li yılların sonunda olduğu gibi, laiklik ile, bu kez devlet kurum ve kuruluşları tarafından üretilen ve desteklenen şeriat arasında salınırken, öte yandan ise, 2019 Yerel Yönetim Seçiminde halk desteğini büyük ölçüde yitiren “tek adam” yönetimi altında, yeni bir rejim bunalımında kıvranmaktadır.
32 yıl önce evinin girişinde yaşamdan kopartılan Sayın Prof. Dr. Aksoy’un uyarılarına, iktidarı ve muhalefeti ile kulak verilse idi, yaşanmakta olan çifte kaynaklı “beka sorunu” içinde debelenip durmazdık. Yasama, yargı erki ile yürütme görevini üstlenmiş organlar yanısıra, medyasına, üniversitesine, anayasal kuruluşlara düşen görev, önemini koruyan bu çağrıları, yeni bir 32 yılı beklemeden içselleştirmeleri ve gereğini yapmalarıdır.

