Avrupa Birliği son yıllarda Rusya’ya yönelik yaptırımlarını sıkılaştırırken, bu süreçte kimi zaman hedef tahtasına koyduğu bireylerle ilgili gerekçeleri de tartışmalı hale geliyor. Almanya’da bir avukatın, Avrupa Birliği Konseyi’ne açtığı hakaret davası ise bu tartışmaların geldiği noktayı gösteren çarpıcı bir örnek.
Davanın merkezinde, Rus iş insanı Alisher Usmanov’un isminin AB yaptırım listesine alınması ve buna gerekçe olarak gösterilen iddialar yer alıyor. “Putin’in paravanı”, “en sevdiği oligark” gibi ifadeler, kimi gazetecilik ürünlerine dayandırılarak resmi belgelere taşınmış. Ancak işin ilginci, bu iddiaların önemli bir kısmının sonradan ya yargı kararlarıyla çürütülmüş ya da ilgili yayınlar tarafından geri çekilmiş olması. Burada sorulması gereken temel soru şu: Gazetecinin ifade özgürlüğü ile bir kişinin temel hakları nerede çatışır? Avukat Joachim Steinhoefel’in vurguladığı gibi, bir görüş ifadesi (örneğin bir yorum ya da analiz) hukuk nezdinde “gerçek” olarak kabul edilemez. Hele ki bu görüş, milyonlarca avroluk yaptırımların gerekçesi haline geliyorsa, mesele sadece kişisel hakları değil, hukukun kendisini de ilgilendirir. Usmanov’un Putin’e yakınlığı iddiaları, medya üzerinden büyütülen ve sonrasında siyasi mekanizmalarca “kanıta” dönüştürülen bir yapıya dönüşmüş. Basın özgürlüğü elbette kutsaldır, ama basın kaynaklarının hukuki sonuç doğuracak belgelerde tek başına yer alması, sorgulanması gereken bir yöntemdir. Hele ki ilgili yayın organlarının sonradan bu iddiaları geri çektiği, yargının ise bunları hukuka aykırı bulduğu düşünülürse…Steinhoefel’in davası, aslında Usmanov’u yaptırım listesinden çıkarmayı amaçlamıyor. Konsey’in, bugüne kadar dayanak olarak gösterdiği ve hukuki karşılığı olmayan ifadeleri tekrar etmemesini talep ediyor. Yani bu bir sansür değil, hukuki sorumluluk çağrısı. Ancak asıl tartışma, Konsey’in bu iddiaları kamuoyuyla paylaşmakla kalmayıp, kişi haklarını etkileyen bir dış politika aracına dönüştürmesi. Bu noktada davanın dayandığı tez son derece çarpıcı: “Yasal bir ekonomik faaliyetin (hisse sahipliği ve vergi ödeme) jeopolitik suçlama konusu haline getirilmesi, temel hakların ters yüz edilmesidir.”
Ve daha da ileri bir iddia: AB Konseyi’nin uyguladığı bu yöntem, “vekaleten baskı” sistemine dönüşmüş durumda. Moskova üzerinde baskı kurmak amacıyla, Kremlin’e yakın olduğu düşünülen iş insanlarına yönelik bireysel yaptırımlar, dolaylı olarak iç siyaset mühendisliğine kapı aralıyor.
Bu, demokratik hukuk düzeniyle bağdaşır mı?
Daha da ilginç olanı, AB hukuk sisteminde, kurumlara karşı hakaret temelli bir tazminat davası yolu öngörülmemesi. Yani bir birey, yanlış beyanlara maruz kalsa da, kurum dokunulmazlığı nedeniyle bunun hesabını soramıyor. Steinhoefel’in davası bu açıdan da bir sınır davası. Alman Anayasası’nın temel haklar güvencesini ihlal ettiği iddiasıyla Almanya Federal Adalet Divanı’na taşınmış durumda. Bu dava, yalnızca bir iş insanının itibarıyla ilgili değil. Avrupa’nın hukuki standartlarının nereye çekildiği, ifade özgürlüğü ile siyasi karar mekanizmalarının birbirine karıştığı bir noktada hangi dengeye ihtiyaç duyduğumuzla ilgili. Kısacası, Usmanov’un adı etrafında dönen bu dava, aslında çok daha geniş bir soruyu gündeme getiriyor: Birliğin adalet terazisi hâlâ dengede mi?

