Bu duvar tanıdık bi yerden gene…
Nurcan, koğuşun soğuk beton duvarına sırtını dayamış, gözlerini tavana dikmiş, öylece duruyor. Hani bazen insan bir şeye bakar da aslında hiçbir şey görmez ya, işte o halde. Duvarın üstündeki çatlakları ezberlemiş artık. Her gece, uykunun kıyısına gelip de dalmadan önce, o çatlaklarda kayboluyor. Sanki her biri bir yol, her biri dışarıya, evine, çocuklarına uzanan bir patika. Ama değil. Hepsi aynı yere çıkıyor: bu dört duvara.
Nurcan, kırkına yeni basmış, iri yarı, elleri nasırlı bir adam. Yüzünde, gençken hep gülen bir çocuğun izleri var, ama şimdi o izler derin çizgilerle gölgelenmiş. Sakalları uzamış, ağarmaya başlamış. Hapishanenin havası mı, yoksa içindeki ağırlık mı beyazlattı, bilmiyor. Belki de ikisi birden. Üç yıl oldu, suçsuz yere buraya düşeli. Bir yanlışlık, bir karışıklık, bir iftira…
Adını ne koyarsan koy, sonuç aynı: Nurcan içeride, ailesi dışarıda.
Dışarıda, küçük bir kasabada, iki çocuğu ve karısı Ayşe var. Büyük oğlu Mert, on dört yaşında, tam ergenliğin orta yerinde. Küçük kızı Zeynep ise sekizine yeni bastı. Nurcan, Zeynep’in doğum gününü kaçırdığını düşündükçe boğazı düğümleniyor. Ayşe, her görüş gününde “Çocuklar iyi,” diyor, “Mert okula gidiyor, Zeynep’in resimleri çok güzel.” Ama Nurcan biliyor, Ayşe’nin sesindeki titremeyi saklamaya çalıştığını. Biliyor, çünkü o titremeyi kendi yüreğinde de hissediyor.
Bu akşam koğuş sessiz. Yan ranzada yatan İsmail horluyor, ama Nurcan ona alıştı artık. İlk geldiğinde o horultular yüzünden sabaha kadar gözünü kırpmazdı. Şimdi ise o ses, tuhaf bir şekilde huzur veriyor. Sanki bir hatırlatma: Hayat devam ediyor, bir şekilde. Nurcan, yastığının altına sakladığı küçük bir fotoğrafı çıkarıyor. Ayşe’nin, çocuklarla çektiği son fotoğraf. Mert’in suratı asık, belli ki poz vermek istememiş. Zeynep ise gülümsüyor, ama gözleri biraz mahzun. Nurcan, parmağıyla fotoğrafın üstünden geçiyor, sanki çocuklarının yüzünü okşayabiliyormuş gibi.
“Zeynep’im,” diye mırıldanıyor, “Baban burada, kızım. Hep burada.” Sesini kendi bile zor duyuyor. Koğuşta ağlamak ayıp değil, ama Nurcan gözyaşlarını içine gömmeyi öğrendi. İlk aylarda, geceleri yastığını ıslatırdı. Şimdi ise ağlamak yerine, içindeki o yumruyu yutkunarak bastırıyor.
Nurcan’ın suçu, bir arkadaşının borcuna kefil olmasıydı. Küçük bir kasaba, herkes birbirini tanır. “Söz senettir,” derler ya, Nurcan da öyle düşünmüştü. Ama borç ödenmedi, evraklar karıştı, birileri yalan söyledi ve Nurcan kendini demir parmaklıkların ardında buldu. Avukatı, “Bu iş çözülür,” dedi, ama üç yıl geçti, hâlâ bir umut ışığı yok. Nurcan, umudu kaybetmemeye çalışıyor, ama bazen, hele böyle gecelerde, o umut bir iplik kadar ince oluyor. Öyle ya çeken bilir, gören yaşayan bilir.
Görüş günleri hem kurtuluş hem işkence. Ayşe, çocuklarla geliyor, ama her ziyaret bir bıçak gibi kesiyor Nurcan’ın yüreğini. Mert artık pek konuşmuyor. İlk geldiğinde babasına sarılır, “Çıkacan de mi?” derdi. Şimdi ise sadece başını sallıyor, gözlerini yere dikiyor. Nurcan, oğlunun büyüdüğünü, ama bu büyümenin öfkeyle, kırgınlıkla olduğunu biliyor. “Haklısın, oğlum,” diye geçiriyor içinden, “Baban burada, sense orda, çaresiz. Haklısın.”
Zeynep ise hâlâ babasına koşuyor. Küçük kollarıyla sarılıyor, “Baba, ne zaman gelcen?” diye soruyor. Nurcan, her seferinde aynı yalanı söylüyor: “Yakında, prensesim. Az kaldı.” Ama Zeynep’in gözlerindeki o saf inanç, Nurcan’ı hem ısıtıyor hem yakıyor. Çocuklarının büyüdüğünü görmek güzel, ama bu büyümenin bir cezaevinin görüş odasında olması kahrediyor onu.
Bir keresinde, Zeynep bir resim getirmişti. Kâğıdın ortasında bir ev, evin önünde dört kişi: Ayşe, Mert, Zeynep ve Nurcan. Gökyüzünde güneş, evin üstünde bir gökkuşağı. Nurcan, o resmi koğuşun duvarına asmıştı. İsmail, “Bu ne güzel resim, baba,” demişti bir gün. Nurcan sadece gülümsemiş, ama içi paramparça olmuştu. O resim, onun hem umudu hem yarasını gösteriyordu cümle aleme.
Nurcan, fotoğrafı yastığın altına geri koyuyor. Gözlerini kapatıyor, ama uyku gelmiyor. Zihninde, eski günler dönüp duruyor. Mert’le balık tutmaya gittikleri o pazar sabahları, Zeynep’in, bahçede koşarken düşüp dizini kanattığı, ama ağlamadan babasına sarıldığı anlar. Ayşe’nin, akşam yemeklerinde “Nurcan, bu pilav niye böyle?” diye takıldığı, ama sonra gülerek sofrayı topladığı akşamlar. Hepsi, sanki dün gibi. Ama aynı zamanda, sanki bir ömür önceymiş gibi.
Hapishanede zaman tuhaf bir şey. Bazen bir saat, bir ömür gibi geçiyor. Bazen bir yıl, bir göz kırpması gibi. Nurcan, ilk geldiğinde günleri sayardı. Ama sonra bıraktı. Saymanın bir anlamı yoktu. Saydıkça, sadece eksik olanı hatırlıyordu: çocuklarının kahkahaları, Ayşe’nin sıcak elleri, evinin kokusu hiç gitmiyordu gözünün önünden.
Koğuşun penceresinden dışarı bakıyor. Küçük, demir parmaklıklı bir pencereydi bu. Gökyüzü görünüyor, ama yıldızlar bile soluk burada. Yine de Nurcan bakıyor. “Ayşe,” diye fısıldıyor, “Dayanıyo musun?” Sanki Ayşe onu duyacakmış gibi. Sanki o da aynı anda, kasabadaki küçük evlerinin penceresinden gökyüzüne bakıyormuş gibi.
Nurcan, suçsuz olduğunu biliyor. Ama bu bilgi, bazen bir teselli, bazen bir lanet. Suçsuzsun, ama buradasın. Suçsuzsun, ama çocukların babasız büyüyor. Suçsuzsun, ama karın her gece yastığını ıslatıyor. Nurcan, bu düşünceleri kovmak için başını sallıyor. “Dayan, Nurcan,” diyor kendi kendine. “Dayan, bitecek bu.”
Birden, koğuşun kapısında bir ses. Gardiyan, “Nurcan, mektup var,” diyor. Nurcan şaşırıyor. Bu saatte mektup mu? Kalkıyor, titreyen ellerle zarfı alıyor. Ayşe’nin yazısı. Zarfı açarken kalbi öyle hızlı atıyor ki, sanki göğsünden fırlayacak. Mektup kısa, ama her kelime bir ok gibi saplanıyor yüreğine:
“Nurcan’ım, çocuklar uyudu, ben yazıyorum. Mert bugün ‘Babam niye gelmiyo?’ dedi, susturdum, ama içim yandı. Zeynep resmini duvara astı, ‘Babam görsün,’ dedi. Nurcan, ben dayanıyorum, ama sensiz bu ev soğuk. Avukat, yeni bi duruşma olabilirmiş, dedi. Umutlanmak istemiyorum, ama umut da bırakmıyo peşimi. Seni seviyorum. Hep seveceğim. Ayşe’n.”
Nurcan, mektubu göğsüne bastırıyor. Gözleri doluyor, ama bu sefer gözyaşları düşüyor. Sessizce, kimseye göstermeden ağlıyor. Ama bu ağlayış, sadece acı değil. İçinde bir kıvılcım var. Ayşe’nin sevgisi, çocukların hasreti, o küçük umut ışığı… Nurcan, o kıvılcımı tutuyor, bırakmıyor.
Yatağına uzanıyor, mektubu yastığının altına koyuyor. Gözlerini kapatıyor ve bu sefer, uykunun kıyısına geldiğinde, içine bir huzur doluyor. “Dayan, Nurcan,” diye mırıldanıyor. “Onlar için dayan.”
Bu duvar tanıdık, evet. Ama Nurcan biliyor, bir gün bu duvarlar yıkılacak. Ve o gün, çocuklarına sarılacak, Ayşe’nin elini tutacak, evinin kokusunu içine çekecek. O gün, bu duvarlar sadece bir anı olacak. Nurcan, bu inançla uyuyor. Ve rüyasında, Zeynep’in resmindeki gökkuşağını görüyor.
Sizlere Gelecekte Görüşmek üzerine Meydan Okuyorum.
Orada Görüşelim…

