Parkın duvarlarını boyayan adama yaklaşıp, “Dayı beni de boyasana” dedim .
Adam anadan çıkma psikolog mesajı hemen aldı.
“Onu da sen yapacaksın” dedi.
Bende bağırdım BOYA VERİN LAAAAANNN..
Geçen gün parkta dolaşırken, duvarları boyayan bir adam gördüm. Elinde fırçası, önünde boya kutuları, kendi dünyasında bir şeyler çizip duruyordu. Yaklaştım, biraz muziplik olsun diye, “Dayı, beni de boyasana,” dedim. Adam bir an durdu, fırçayı havada tutup bana baktı. Sanki gözleriyle içimi taradı, sonra gülümsedi ve “Onu sen yapacaksın abi,” dedi.
O an içimden bir şey koptu, bağırasım geldi. “BOYA VERİN LAAAAANNN!” diye haykırdım.
Sesim parkın sessizliğinde yankılanırken hem kendime güldüm hem de düşüncelere daldım.
Hayat böyle bir şey değil mi zaten?
Sana fırçayı uzatıyorlar, ama boyayı kendin bulmak zorundasın.
Hayatını Hangi Renge Boyamalısın?
Bu olay beni uzun uzun düşündürdü. Duvarları boyayan o adam, sadece bir işçi değildi bence. Sanki bir ayna gibi, bana kendimi gösterdi. “Beni boya,” derken aslında şunu mu kastediyordum:
“Hayatım renksiz, biri gelip bir şeyler katsın, düzeltsin, güzelleştirsin.”
Ama o adamın cevabı, bütün bu beklentilerimi ters yüz etti. “Onu sen yapacaksın,” dedi ya, işte o cümle kafamda bir kapı açtı.
Hayatın renkleri başkalarının elinde değil, benim avuçlarımda. Peki o zaman, neden hep birilerinin gelip o boyayı sürmesini bekliyorum?
Felsefe okumayı severim, arada bir Nietzsche’ye, Sartre’a göz atarım.
Hepsi de şu ya da bu şekilde insanın kendi yolunu çizmesi gerektiğinden bahseder. Nietzsche’nin “Tanrı öldü” lafı mesela, kulağa ağır gelir ama özünde şunu söyler:
“Artık kimse seni kurtarmaya gelmeyecek, ipler senin elinde.”
O duvarı boyayan adam da bana bunu hatırlattı işte. Belki de farkında bile değildi, ama o an bir filozofa dönüştü benim gözümde.
Hayatın anlamını başkalarından beklemek, bir nevi tembellik değil mi?
Boya orada, fırça orada, duvar orada.
E, neyi bekliyorsun?
Tabii, işin bir de şu boyutu var:
Boyayı almak kolay da, hangi rengi seçeceksin? Hayatın karmaşası burada başlıyor bence. Kırmızı mı süreceksin, mavi mi? Ya da belki griye razı mı geleceksin? Parktaki adamın elinde birkaç kutu boya vardı, ama benim hayatımda seçenekler o kadar sınırlı değil. Her gün bir karar veriyorum aslında; neyi düşüneceğim, neye güleceğim, kime kızacağım. Bunların hepsi birer fırça darbesi. Ama çoğu zaman elim titriyor, boyayı sağa sola saçıyorum. Sonra da dönüp diyorum ki, “Keşke biri gelip bunu düzgünce boyasa.” Aptallık değil mi bu?
Bir yandan da şunu düşünüyorum: Hayatın renklerini seçmek özgürlükse, bu özgürlük bazen insanı yoruyor. Sartre’ın o meşhur “İnsan özgürlüğe mahkûmdur” lafı boşuna değil.
Özgürsün, ama bu özgürlük bir yük gibi omuzlarına biniyor. Duvarı boyamak istiyorsun, ama ya yanlış bir renk seçersem korkusu var. Ya da boyadıktan sonra beğenmezsem?
Parktaki adamın umurunda mıydı bunlar bilmiyorum, ama benim umurumda. Belki de bu yüzden “Beni boyasana” dedim ona. Sorumluluğu bir anlığına başkasına atmak istedim. Ama o, sağ olsun, topu hemen bana geri pasladı.
Bu olaydan sonra şunu fark ettim:
Hayat, bir başkasının sana uzatacağı boyayla renklenmez. Sen fırçayı eline almazsan, o duvar hep soluk kalır. Ama fırçayı aldın diyelim, o zaman da başka bir mesele çıkıyor: Hangi darbeyi nereye vuracaksın? Bazen düşünüyorum, acaba çok mu kafa yoruyorum bu işlere? Belki de parkta o adam gibi, sadece elime boyayı alıp sürmeye başlamalıyım. Düşünmeden, hesap yapmadan. Ama işte, insanız ya, illa bir anlam arıyoruz. Duvara attığımız her çizgide bir hikâye olsun istiyoruz.
Peki, ya duvar zaten boyalıysa? Ya biz farkında olmadan üstüne üstüne katlar çekiyorsak? Hayatımız belki de böyle bir şey. Çocukken bir renk atıyorsun, gençken bir tane daha, sonra büyüdükçe kat kat boyuyorsun. Ama alttaki renkler hep orada, silinmiyor. Bazen ortaya karışık bir şey çıkıyor, bazen de bir şaheser. Benim duvarım nasıl görünüyor acaba? Düşününce, biraz karman çorman gibi. Ama yine de benim, elimden çıktığı belli.
Bir de şu var: Boya dediğin şey, öyle sonsuz değil. Parktaki adamın kutuları bitecek elbet, benim de ömrüm. Her fırça darbesinde biraz daha azalıyor elimdeki malzeme. Bu yüzden mi acele ediyorum bazen, bilmiyorum. Ama acele ederken de yanlış yerlere boya sürüyorum, sonra dönüp kendime kızıyorum. Belki de mesele, boyayı dikkatli kullanmakta.
3/3
Az ama öz vurmakta darbeleri. Hayatın her anını doldurmaya çalışmak yerine, bazı yerleri boş bırakmakta.
O adamın “Onu sen yapacaksın” lafı, günlerdir aklımdan çıkmıyor. Bana bir görev verdi sanki.
Sanki dedi ki, “Bak, ben bu duvarı boyuyorum, ama senin duvarın hâlâ boş. Kalk bir şeyler yap.” Haklı galiba. Hayat, başkalarının boyadığı duvarlara bakıp iç geçirmek değil. Kendi duvarını boyamak, kendi rengine karar vermek. Ama işte, o “BOYA VERİN LAAAAANNN!” diye bağırmam da boşuna değil. Bazen insan, o boyayı bulmakta zorlanıyor. Biri uzatsın istiyor. Ama uzatan yok. Uzatan olmayınca da ya pes ediyorsun ya da kalkıp kendin aramaya başlıyorsun.
Felsefeye geri döneyim biraz. Stoacılar der ki, “Elinde olanı kontrol et, olmayanla uğraşma.” Duvarı boyamak elimde, boyayı bulmak da öyle. Ama ya biri gelip üstüne bir şey karalarsa? Ya yağmur yağar da hepsi akarsa? Bunlar elimde değil. O zaman ne yapacağım? Sanırım Stoacıların dediği gibi, “Olanı kabul et,” diyeceğim. Ama içimdeki asi taraf da boş durmuyor, “Yeniden boya ulan!” diyor. Hangisi doğru bilmiyorum, ama ikisi de benden bir parça.
Sonuçta, parkta o adamla yaşadığım bu küçük an, bana şunu öğretti: Hayatın fırçası benim elimde. Renkleri ben seçeceğim, darbeleri ben vuracağım. Biri beni boyasın diye beklemek, kendime ihanet olur.
Ama yine de insanız ya, bazen bir “dayı”ya dönüp, “Beni de boyasana” diye şaka yapmak hoşumuza gidiyor. Belki de asıl mesele, o şakayı yapıp sonra kalkıp kendi boyamızı kendimiz sürmekte. Duvar orada, fırça hazır. Geriye sadece bir kutu boya bulmak kalıyor.
E, ne duruyorum ki?
Kalkıp arayayım bari.
Sizlere Gelecekte Görüşmek üzerine Meydan Okuyorum.
Orada Görüşelim…

