Gazi Öğretmenin doğduğu 1945’li yıllarda Mersin İli, Anamur İlçesi Denizciler mahallesinde motorlu vasıta yok ki hastayı doktora götürebilesin…
Ayrıca şehir merkezinde doktor yok ki tedavi için doktora gidebilesin…
…Ve yine o dönemde 7 aylık dünyaya gelen pek çocuk da yok…
İşte bu alışılmamış durumlar sebebiyle Gazi Öğretmenin babası büyük bir telaşa kapılmış…
Bir tarafta loğusa yatağında, erken doğum yapan ve sarı İneğin darbesiyle karnında büyük bir yara oluşun annesi…
Diğer yanda 2 ay erken dünyaya gelen Gazi Öğretmen…
Gazi Öğretmen doğduğu zaman adeta ölü doğmuş…
Hiç nefesi çıkmazmış…
Neyse ki kısa bir müddet sonra nefes almaya başlamış…
Alışılmışın dışında bir doğum…
Ne KÜVEZ var ne de Hijyenik bir ortam…
Herkeste bir telaş, bir telaş ki sormayın…
Günler-günleri, aylar-ayları kovalamış annesi ve Gazi Öğretmen toparlanmışlar…
Ailesinde normal hayat başlamış…Tabi buna normal hayat denebilirse…
Geçirdiği korku ve büyük travma sebebiyle annesinin sütü kesilmiş…
Annesine tekme vuran sarı inekte danasıyla birlikte babası tarafından yok pahasına Ermenek’ten gelen bir tüccara satılmış…
Çevrede sütanne olabilecek yeni doğum yapan kadın da yokmuş…
Hele – hele bugünün şartlarında normal bir taksi parası kadar pahalı olan “Süt İneği” de hiçbir komşusunda yokmuş…
Annesi onu mısır unundan yapılmış, sadece suyla karıştırılabilen hamur şeklinde bir yiyecekle büyütmeye çalışmış…
Ek gıda olarak da buğday ununu tereyağıyla kavurup cam kâsede saklar ve zaman-zaman bu karışımı suyla ıslatarak Gazi Öğretmene yedirirmiş…
Ama her zaman tereyağını bulmak ta mümkün olmuyormuş…
Ülkede olduğu gibi Anamur’da, Bozyazı’da, Gazi Öğretmenin evinde de kıtlık hüküm sürüyormuş…
Ancak babası askeri malûlü olduğu için maaş alıyormuş ve maddi durumları komşularına göre biraz iyiymiş…
Kıtlık sebebiyle ekmek yok…Çay yok…Şeker yok…
Annesi şekeri bulsa “PALUZE” adı verilen bir tür yiyecekle beslenme problemini halledecekmiş ama, sadece evlerinde köyde “DARI”, şehirde “MISIR” adı verilen bir tür “Tahıldan yapılan “DARI UN”u ve buğday unu varmış…
Annesi, darı ve buğday ununu bulduğu için de şükrediyormuş…
Bazı komşuları kıtlık sebebiyle “DARI”yı da bulamıyor, darının KOÇAN’ından un yapıp yiyorlarmış…
Bazıları darı koçanını da bulamıyor sadece yaylalarda yetişen meşe ( pelit ) ağaçlarının palamut’ unu toplayıp un yaptırıp yiyorlarmış…
“Kıtlık” döneminin daha başka yan etkileri de varmış…
Çevrede Akarsu, evde kurnadan akan su da yokmuş…
Su, 10’larca kişinin hayvanlarını da suladığı bir kuyudan getiriliyormuş…
Kuyudan getirilen ve hijyenik olmayan su ile çamaşırlar yıkanıyormuş…
Bazı aileler kuyunun başındaki üstü açık 4 duvardan ibaret olan “ÇAMAŞIRHANE”de çamaşırlarını yıkıyorlarmış…
Üstelik kıtlık sebebiyle sabun bile alınamıyor ve sabun yerine “PELİT” ten yapılan “KÜL” ile çamaşırlar yıkanıyormuş…
Elektrik olmadığı için gaz lambasıyla veya fenerle idare ediliyormuş…
Gaz da bulunmadığı zamanlar “ÇIRA” ile aydınlanılıyormuş…
Gaz lambası 3-5-8-14…şeklinde numaralı olurmuş…
Normal zamanda 3 numara yakılırken misafir geldiği zaman daha iyi aydınlansın diye 14 numaralı lamba yakılırmış…
Fenerler de boy-boy olurmuş…
“Gemici Feneri” olan hali vakti yerinde sayılırmış…
Gazi Öğretmenlerin de 3 ve 14 numaralı lamba ile bir gemici fenerleri varmış…
Elektrik olmadığı için bugünkü anlamda buzdolabı- derin dondurucu gibi yemek saklanabilen beyaz eşyalar da yokmuş…
Yemekler tel dolaplarda saklanırmış…
Ya da bazı yemekler bozulmasın diye kuyulara sarkıtılırmış…
Yemek yiyebilmek için tabak, çatal, demir kaşık, bıçak da yokmuş…
Ailenin bütün fertleri ağaçtan yapılan yuvarlak bir “SİNİ”nin etrafında toplanır, ağaçtan yapılmış kaşıklarla “SİNİ”nin orta yerine konan tek kaptan yemek yerlermiş…
( Devam edecek )